Gotlar veya Got ismi modern insanın kafasında pek çok şey canlandırır. Bazıları için mimaride, edebiyatta veya resimde kendini gösteren estetik bir akım; kimileri için 70’ler Britanyası’nda ortaya çıkan bir alt kültür; tarihle az çok haşır neşir olmuş kimseler içinse bir zamanların şanlı ve muzaffer Roma’sını yıkan büyük vahşi barbarlar… Bizim konumuz tahmin edebileceğiniz üzere sonuncusu. Şimdi şu “barbarları” inceleyelim, bakalım haklarında neler biliyoruz.
Her Şeyin Kökeni: Kültür

Gotlar, en basit tanımıyla bir Germen kavmidir. Germen kültür grubunun Doğu Germenleri olarak bilinen bir branşına mensupturlar. Birazdan daha detaylı değineceğimiz bu sınıflandırma, Gotları akrabalarından ayıran hikâyelerinin en önemli kısımlarındandır. Zira Gotlar, kaynaklarda adı geçen birçok Germen kabilesinin arasında tarihe en çok mal olan ve en çok etki bırakan gruptur denilebilir. Onları ayrıştıran, sosyal-idari yapılanmalarıdır.
Bu ayrımı anlamak için genelden özele gitmek gerekir. Germenler bir Hint-Avrupa kavmidir ve akrabalarında görülen ortak kültürel şema onlarda da görülür. Georges Dumézil, öne sürdüğü Üç İşlev Kuramı’nda (tripartite ideology) Hint-Avrupalıları üç ayrı işlevi olan üç sınıfta inceler: kutsal hukuku temsil eden krallar-rahipler, salt gücü temsil eden askerler-soylular ve üretimi temsil eden çiftçiler-zanaatkârlar. Mitten, filolojiden ve arkeolojiden yola çıkılarak ortaya atılan bu şemanın karmaşıklık düzeyi, koşullar dolayısıyla bölgeden bölgeye değişir.
Levant, İndus ve Maverahünnehir’in kozmopolit-tarımcı ekonomilerine entegre olan Hint-Avrupalılar (örneğin Hint-İranîler), ürün çıktısının fazlalığından dolayı kralları ve rahiplerinin besledikleri soylu aristokrasi ve büyük ordular sayesinde toplumlar üzerinde egemenliğini güçlendirmiş, bürokratik imparatorluklar kurmuşlardır. Gotların da dâhil olduğu Germenler için bu durum geçerli değildir.
Onlarda da üç işlevli yapılanma bariz şekilde görülür; kaynaklarda onların rahip/rahibe sınıfının varlığından ve soylu krallar ile maiyetlerinden söz edilir. Ancak bu sınıfsal ayrım ve merkezi yapılanma asla derin değildir. Bunun sebebi, Germen dilinin Grimm Yasası’na bağlı olarak diğer HA (Hint-Avrupa kısaltması olarak kullanılacak) dillerinden ayrıldığı anavatanı (urheimat) ile ilgilidir. Proto-Germen anayurdu, arkeolojik veriler (Jastorf Kültürü), hidronim ve toponimlerden yola çıkılarak Güney İskandinavya ve Almanya’nın kuzey bölgeleri olarak belirlenmiştir.
MÖ 1. binyılın ardından Germenler çeşitli dalgalarla güneye yayılmaya başlamıştır. Hâkim oldukları coğrafyalar bataklık, ormanlık bölgelerdi. HA pastoral geleneğe uygun olarak çobanlık ve kısıtlı tarım yapan bu halklar, ekonominin kompleks olmamasından ötürü siyasi merkezde sermaye birikimi yapamamışlar ve derin bir sınıfsal ayrım geliştirememişlerdir. Onlar, daha çok bir kült ve onu devam ettiren soy etrafında örgütlenen kabilelerce (gens), küçük nüfuslar halinde birleşmişlerdi.
Bu kabilelerin sadece kan bağından ibaret olan örgütlenmeler olmadığını anlamak gerekir. Evlat edinme gibi içerleyici uygulamalar vardı ki MS 3. yüzyılda ortaya çıkan büyük kabileler, gerek savaşla biat ettirme gerek ortak savunma paktları veyahut soya bağlanma (Ansippung) yoluyla genişliyorlardı.
Germenlerde krallık müessesesi bulunuyordu, ancak geniş yetkilere sahip değildi. Soylular meclisince seçilen, daha çok hakem işlevi gören kimselerdi. Kral soyları vardı, ancak güçlerinin kaynağı bu soylu meclisleriydi ve primogeniture gibi veraset kanunları yoktu. Tacitus, soyluların krallarını (reges) soyluluklarına göre (ex nobilitae) seçtiklerini aktarır ve bu soy, daha önce bahsettiğimiz gibi kült yani tanrı kökenlidir.
Bu soya bağlı krallık rejimi, Germenler için tek alternatif değildi. Heerkönigtum olarak bilinen, askeri başarı üzerine kurulan krallıklar da mevcuttu. Örneğin Julius Caesar’ın rakibi Süevlerin Heerkönig’i Ariovistus. Bu iki tip krallık rejimi de gelişip merkezileşemedi.

Diğer HA halkları ve onların temasa geçip kültür alışverişi yaptığı diğer Avrasyalı halklarda (Transavrasyalılar, yani Türkler, Moğollar, Koreliler vs.; Paleo-Sibiryalılar; Urallılar) görülen, ki Beckwith bu ortak kültürü “Orta Asya Kültür Terkibi” olarak açıklar, soylu kral ve hanesine meşruluk kazandıran bir orijin hikâyesi ve onlara idari gücü (imperium) kazandıran comitatus, yani askeri maiyeti, sınıfsal ayrımın ve sermaye birikiminin gelişmemesiyle aynı sebepten, coğrafi-ekonomik faktörlerden dolayı Germenlerde belirli olgunluğa ulaşmadı.
Ancak Gotların hikâyesi, Germenler için bir dönüm noktası teşkil etti. Onlar, bu olgunluğa ulaşan ve bir idari sistem inşa eden halklarla etkileşime girdiler. Bu halklar, bozkırın şartlarında gelişen sosyo-ekonomik form olan nomadizmle hayatlarını sürdüren Sarmat-Alan ve Hunlardı. Onların etkisi, Gotların yüksek takdiri hak eden adaptasyon kabiliyetleriyle birleşince Avrupa için yeni bir dönemin kapıları açılacaktı.
Kökenler ve Göç

Gotların kökenlerini aramak, onların bozkırla olan ilişkilerini ve ardından başlayan Roma’ya yürüyüşü anlamak için elzemdir. Onların kökenleri, antik çağ yazarlarının coğrafi algılarıyla sınırlanmış, politik ajandalar ve mitik anlatımlar sebebiyle belirsizleşmiştir. Amal Hanesi gibi soyluluk iddiası taşıyan sülalelerin köken anlatıları, gerçekle pek de örtüşmeyebilen siyasi amaçlar doğrultusunda şekillenen soyağaçları ortaya çıkarmıştır.
Örneğin Amal Hanesi’nde verasetin her zaman babadan oğula geçmediği son araştırmalarla gün yüzüne çıkarılmasına rağmen, dönem kaynakları aksini iddia ederler. Bu durumda kaynağın yazarını incelemek gerekir. Mevzu bahis kaynak, Jordanes’in Getica’sıdır. Jordanes, eserini 550 yıllarında Konstantinopolis’te yazmıştır. Got kökenli olan Jordanes, Roma kültüründe yetişmiş ve Roma’nın edebiyat-tarih geleneğince yazmıştır.
Eserin ana kaynağıysa, bugün maalesef elimize ulaşmayan Cassiodorus’un, Ostrogotların Büyük Kralı Teoderik’in sarayında yazdığı Got Tarihi’dir. İki eser arasında sadece otuz sene vardır ama içeriklerinde bahsi geçen olaylar yüzyıllar öncesine aittir. Bu eserleri değerlendirirken şu unutulmamalıdır: yazarlar bunları, Roma dünyasına entegre olup egemenliklerini kabul ettirmeye çalışan Gotların saraylarında veya düşmanlarının tarihleriyle ilgilenen Romalılara hitaben yazmışlardı.
Hanedanın jenealojisinin (soybilim) neden bir kavmin anavatanını bulmak için bu kadar önemli olduğu ilk bakışta insanda soru işaretleri yaratabilir, ancak unutulmamalıdır ki yukarıda bahsettiğimiz dönem ve dönemin kültürleri, bir soy etrafında organize olmayı, bir topluluk hikâyesi yazmayı zorunlu kılıyordu. Bu bahse konu soy için de aslında ona ait olmayan bir atayı kabullenmek gibi zorunluluklar yaratıyordu. Çünkü soy da topluma ayak uydurmak zorundaydı. Bu karşılıklı zorunluluk hali, bizim için halkların tarihsel seyrini takip etmekte bazı avantajlar sağladı.
Getica, Gotların kökenlerini İskandinavya adası olan Scanza’ya bağlar. Onların Kral Berig önderliğinde adadan taştıklarını, Ulmerugiye (Pomeranya) gelip Vandalları kovduklarını, sonrasında 5. kralları Filimer önderliğinde İskitya’ya geldiklerini anlatır. Romalılarda soyluların (patrici), kökenlerini kadim çağların kahramanlarına, krallarına veya tanrılara bağlama geleneği vardır. Bu geleneğin Jordanes ve kaynağı Cassiodorus tarafından benimsenmiş olması, yukarıda anlattığımız sebepler yüzünden muhtemeldir. Bu durum, bu öyküye şüpheyle yaklaşılması gerektiğini gösterir.
Ancak burada yardımımıza toponimi (yer adı bilimi) gibi yardımcı disiplinler yetişir. Bugün dahi İsveç’te Vagot, Gaugot ve Ostrogot (büyük krallığı kuran Ostrogotlar değil) kabilelerinin ismiyle anılan yer adları mevcuttur. Gotların çıktığı ada olan Scanza’nın günümüzdeki adı Gothiscandza’dır. İskandinav köken iddiası sadece yer adlarıyla desteklenmez. Getica’da adı geçen bazı kabilelerin İskandinavya’da yaşadıkları bilinmektedir.
Arkeolojik veriler de İskandinav köken iddiasını destekler niteliktedir. Peter Heather, İskandinav iddiası karşısında Getica’daki detaylı betimlemeler yüzünden Britanya kökeni iddiasını öne sürer, ancak eserde Tacitus’un Agricola’sından alıntılar yapıldığı görülür. Tüm bu veriler, Got anayurdu olma adayı olarak en güçlü seçeneğin İskandinavya/İsveç olduğunu gösterir.
Anayurdun belirlenmesi, göç yolunun izlenmesi için başlangıç noktasını teşkil eder. Gotların genişlemesini incelemeye, içinde bulundukları Doğu Germenlerin hareketlerine bakmak bize fikir verecektir.
Germen genişlemesi, MÖ 1. binyılda ilk dalgasıyla başladı. Bu ilk dalga, Oder ve Elbe arasına rakiplerini bertaraf ederek yerleşti ve Batı Germenlerini oluşturdu. MÖ 600-300 devrinde başlayan ikinci dalga, Vistula ve Karpatya’ya kadar indi ve Doğu Germenlerini oluşturdular. Batı Germenleri, İmparator Augustus Octavianus tarafından kurulan ve sonraki imparatorlarca reforme edilen Tuna-Ren serhaddinin savunmasına takıldılar. Bu takılma, onları toprağa daha bağımlı yaşamaya sevk ettiği gibi Roma’nın böl ve yönet (divide et impera) politikasına kurban götürdü. Kısıtlı bir siyasi güçle ve kaynaklarla kaldılar.
Doğulu kardeşleriyse geniş ormanlar, bozkırlar ve kendilerini kısıtlamayacak komşuların olduğu coğrafyada özgürdüler. Gotlar bu gruba dahildi. Onların yayılım sahası ve süreci hemen hemen paralel şekilde ilerledi. Baltıklardan Karpatlar’a göçleri, bir Doğu Germen kavminin kayda geçen ilk büyük göçüydü.
Onlar MS 3. yüzyılın başlarında, 214 dolaylarında Karadeniz kıyılarına indiler. Bu hareket topluca değil, gruplar hâlindeydi. İlk gruplar Tuna ve Dinyester ırmakları arasına yerleştiler. Coğrafi ayrılık, sonraları Gotları Ostrogot-Vizigot olarak ikiye bölecekti. Gotlar, şimdi Roma’nın komşularıydılar.
Bozkır ve İsa

Dinyester ve Tuna arasına yapılan bu göç, Gotların kaderini tamamen değiştirecekti. Yeni yurtlarının bir kısmı, özellikle Ostrogot toprakları, tarihte İskitya olarak anılan bir bölgeydi. Bu topraklarda MÖ 1. binyıldan beri İrani göçebeler yaşıyordu. Önce İskitler, Kimmerleri sürmüş ve bölgeye hâkim olup kendi isimleriyle anılmasını sağlamışlardı. MÖ 2. yüzyıllarda başlayan göç hareketiyle yerlerini Sarmatlara bırakmışlardı.
İskitler de Sarmatlar da nomadizm olarak bilinen bir yaşam tarzını ve ekonomik sistemi sürdürüyorlardı. Bozkırda gelişen bu yapı, Germenlerin alışık olduğu düzenden oldukça farklıydı. Ekonominin temelinde hayvan besiciliği vardı. Sahip oldukları sürüler, Germenlerin sahip olduklarından kat kat fazlaydı. Aynı zamanda bu sürüleri yaylak ve kışlak zamanlarında halkla birlikte göç ettirmek gerekiyordu. Bu, ciddi bir organizasyonu gerekli kılıyordu.
Ayrıca onlar, gelişmiş bir metalurji kabiliyetine sahiplerdi. Demir kıtlığı yaşayan Germenlerin kabiliyetlerinin çok ötesindeydiler. Nomadları en ön plana çıkaran varlıkları ve kabiliyetleri, atları ve onları kullanmaktaki hünerleriydi. Askeri nizamları da süvarilik üzerine gelişmişti. Öyle ki Sarmatlar, auxiliary (yardımcı birlik) olarak Romalılarca kullanılmış, Britanya’da bile istihdam edilen birlikler olmuşlardır.
Sarmatların equestrian (Binicilik) geleneği, Gotlarca başarıyla adapte edilecekti. Ama Gotları en çok etkiledikleri alan, idari-sosyal yapılanma oldu. Sarmatlar ve selefleri İskitler, ürettikleri değerli malların (bunların başında atlar geliyordu) yanı sıra kuzeydeki kürk veya batıdaki buğdayı, Karadeniz’deki bağlantılarıyla Greko-Romen dünyaya satıyorlardı. Elde ettikleri geniş kârın yanı sıra bozkırda sürdürdükleri üretim ekonomisi, yönetici sınıflar için ciddi bir artı değer sağlıyordu.
Bu artı değer, askeri maiyetlerini (comitatus) beslemelerini ve genişletmelerini kolaylaştırdı. Göçleri yönetmenin gerektirdiği organizasyon becerileriyle birleşince, İskit-Sarmatlar pek çok halka kıyasla (özellikle Germenlere göre) çok daha merkezi bir idare ve derin sınıfsal ayrımlar (yani hiyerarşi) geliştirebildi.
Arkalarında bıraktıkları kurgan kompleksleri, bu ayrımın en önemli kanıtıdır. Bu mezarlarda işlemeli silahlar, koşum takımları, çömlekler, sahip olunan zenginlik naaşla beraber gömülmüştür. Bu mezarların yanı sıra aynı döneme tarihlenen mütevazı toplu mezarların varlığı, sınıfsallığın ve hiyerarşinin ne kadar derinleştiğini gösterir. Ancak unutulmamalıdır: bu hiyerarşi ve kısmi merkezileşme, bir devlet sistemine evrilmemiştir.

Sadece Krali İskitler zamanında, Kral Atheas çoğu İskit boyunu toplayıp belli bir güce erişebilmiştir; ancak bu, Batı Bozkırı’nda bir devlet teşkil etmeye yetmemişti. İşte Gotlar, böyle bir toplulukla etkileşime girdi. Bu, onlar için akrabalarından ayrılma anlamında bir dönüm noktasıydı.
Özellikle Greuthungi olarak bilinen Ostrogotlar, Sarmatlarla etkileşim kurmanın yanı sıra onlarla iç içe geçmişti. Tarihte adı geçen ünlü Gotların kayda değer bir kısmı, Alan (Sarmat kabilesi) ve Got meleziydi. Örneğin Hadrianapolis Muharebesi’nde Vizigotların yardımına koşan Ostrogot süvari komutanları Alateus ve Saphrax.
Daha da önemlisi, Ostrogotların ünlü kral soyu Amal Hanesi’nin isminin kökeninin Avestan dilinde “güçlü, kuvvetli” anlamına gelen ama kökünden gelebilecek olmasıdır. Bu, kurulmuş olan aristokratik bağlara dair en önemli örnektir. Genetik çalışmalar da bu tarihsel ve filolojik verileri destekler niteliktedir.
Roma sınırlarındaki halklar üzerine yapılan çalışmada, Got soylusu olabileceği tespit edilen bireylerde ciddi bir Karadeniz-Kazak Bozkırı genetik etkisi görülmüştür. Bazı örneklerde, bozkır İranîlerinde görülen R1a-Z93 baba soyuna (y-DNA) rastlanmıştır.
Kültürel etki, tüm veriler arasında en tatmin edici olandır. Gotların Hadrianapolis’te gösterdiği süvarilik becerisi, onların adaptasyon konusundaki hünerlerine rağmen Hunlardan bu kadar kısa zamanda alabilecekleri bir beceri değildi. Sarmat etkisi barizdi. Giyim tarzı bile değişmişti: Amal Hanedanı, İranî cübbeler giyiyor, Sarmat tarzı taçlar takıyor, aristokrasi altın kemerler kullanıyordu.
Bu gelenekler ve sanat tarzı, Hunların tüm kavimleri birleştirip karmasıyla “Tuna Sanatı” adıyla homojenleşecek ve Orta Çağ sanatının-geleneklerinin temelini atacaktı.
Sarmatların etkisi en çok, Greuthungilerin Kralı Ermanaric’in krallığında görüldü. Onun hâkimiyetinin Don, Vistul ve Dinyeper ırmaklarına ulaştığı söylenir. Bu, daha önce Germenlerin yapabildiği bir şey değildi. Ki onların krallık makamına ve soyuna olan bağlılıklarının örneği, Ermanaric’in ölmesinden sonra (376) reşit olmayan torunun krallık makamına seçilmesidir.
Sarmatlaşma o kadar ileriye gitti ki Procopius, MS 6. yüzyılda onların diğer Gotlardan farklı olarak Sarmat boyları olduklarını iddia edecekti.
Bu aşamada bile Gotların bürokratik ve sistemli bir yapı olmadığı unutulmamalıdır. Hiyerarşi, hâlâ aristokrasinin ve kabilelerin yeminli bağlılığı üzerine kuruluydu. İdari değişim için bir başka halkın etkisi gerekecekti.
Doğuda yaşanan bu değişimi, batıda takip eden ve kökeni daha uhrevi diyebileceğimiz bir başkası izledi: Wulfilas ve İsa’nın öğretisi.

Wulfilas, Decius–Claudius dönemindeki Got yağmalarında esir düşen Kapadokyalı bir ailenin evladıydı. Ona bir Got ismi verilmiş ve Got diliyle yetiştirilmişti. Henüz çocukken Konstantinopolis’teki esaret hayatı sırasında Arius Hristiyanlarının etkisi altında kaldı. Daha sonra okuyucu (lector) olarak atandı.
Otuz yaşını bile geçmeden, Nikomedya’lı Eusebius tarafından Got ülkesinde Hristiyan kilisesini yaymak amacıyla başpiskopos olarak görevlendirildi. Bu durum bazı Gotların hoşuna gitmedi ve cemaat içinde kovuşturmalar yaşandı. Wulfilas, cemaatiyle birlikte kaçtı. Bu topluluk, “Küçük Gotlar” (Gothi Minores) ismiyle anıldılar.
Wulfilas, İmparator Konstantin tarafından “yeni bir Musa” olarak anılacağı bir misyona başladı. Kutsal Kitap’ın Gotça çevirisini yapmaya koyuldu. Yunan alfabesinden ve Runik alfabeden yararlanarak yeni bir alfabe sistemi geliştirdi. Elimizde, Scanza Adası’nda bulunan, bazı kısımları eksik olan bir nüshası bulunmaktadır. Bu eser, Gotça hakkında değerli bilgiler verdiği gibi Gotların Runik bir alfabe kullandığını da gösterir.
Dakya dönemine tarihlenen arkeolojik buluntular, Hristiyanlık öncesi yazı kullanımının varlığını kanıtlar. Hristiyanlık, Gotlar ve diğer Germenlerin arasında birdenbire yayılmadı. 376 yılına gelindiğinde Tuna boylarındaki Gotların büyük kısmı hâlâ pagandı. Ancak bu yeni din, ciddi bir kök saldı.
Ariusçuluk, 325 İznik Konsili’nde kabul edilen Kutsal Üçleme’ye (Homoousia) karşı çıkan bir doktrin olması nedeniyle Roma dünyasıyla teolojik bir çatışma yaratmıştı. Bu çatışma, Roma’dan ayrı yaşayan Germenler arasında Arius mezhebinin gelişmesine zemin hazırladı. Özellikle Doğu Germenleri bu mezhebe bağlandılar. Roma’dan toprak elde ettiklerinde, yerel ruhban sınıfıyla ve halkla mezhepsel çatışmalar yaşandı.
Bozkırın ve İsa’nın etkisi, Gotları akrabalarından ayırdı ve onları özel kıldı. Ancak yaklaşan kasırganın yanında tüm bunlar hiçbir şey ifade etmeyecekti.
Hun Kasırgası

Hun ismi, MÖ 3. yüzyıldan beri Avrasya’da çeşitli dillerde farklı şekillerde anılmıştır. Çinliler onlara “Hsiung-nu”, Yunanlılar “Ounnoi”, İranîler ve Hintliler “Hunna” isimleriyle seslenmişlerdir. Han Çin’inin, Gupta Hindistanı’nın, Sasani İranı’nın ve bizim odağımız olan Roma Avrupası’nın düşmanı olan bu halk gerçekten aynı halk mıydı?
Bu iddiayı ilk ortaya atan kişi, Cizvit papazı De Guignes’tir. Histoire générale des Huns, des Turcs, des Mogols, et des autres Tartares occidentaux adlı eserinde bu tezi ileri sürmüştür. Her ne kadar eserinde pseudo-history (sözde tarih) denebilecek yöntemler kullansa da, bu iddia oldukça önemliydi.
Zamanla bu iddia; filolojik veriler, arkeolojik materyaller (özellikle Hun kazanları), antropolojik araştırmalar (kafatası şekillendirme geleneği) ve yakın zamanda yapılan genetik çalışmalar neticesinde daha da güçlendi. Hunların, İç Asya’da tarihin ilk bozkır imparatorluğunu kuran Hsiung-nu halkının aynısı —ya da daha doğru ifadeyle doğrudan varisi— olduğu görüşü, ciddi destek buldu.
Genetik akışın ve arkeolojik materyallerin, köken olarak Geç Bronz Çağı ve Erken Demir Çağı kültürü olan Slab-Grave (Yassı Gömüt) kültürüyle olan tutarlılığı; özellikle şahıs isimlerinin Ogur Türkçesiyle açıklanabilmesi, son dönemde konuya dair yapılan önemli bulgular arasındadır.
Hunlar hakkında bu kısa tanım, Gotlara olan etkilerini anlamamız açısından son derece önemlidir. Çünkü Hunlar belli ki Doğu Bozkırı’ndaki atalarından belli başlı idari sistemleri, gelenekleri ve kültürü getirmişlerdir. Hâkim oldukları ve iç içe geçtikleri Gotlar (özellikle Ostrogotlar), bu etkiye daha önceki örneklerde olduğu gibi hızlıca adapte olmuşlardır.
Bu etki, Avrupa feodalizminin temellerinden biri olan bir çeşit proto-feodalizm yaratmış olabilir. Bu proto-feodalizmin temelinde, Hunların Asya’dan getirdikleri idari sistem vardı.
Han Çinlisi Sima Qian, elçi ve ajan olarak gönderildiği seferde Hsiung-nu’ların eline düştükten sonra onları gözlemlemiş ve esaretten kurtulduktan sonra Han İmparatoru Han Wudi’ye bir rapor sunmuştur. Bu raporda Hsiung-nu’ların nasıl örgütlendiği yazıyordu.
Başta otokrat bir idareci olan Shan-yü, sol ve sağ kanatlar olarak örgütlenen topraklarda Sol–Sağ Bilge Kralları ve Sağ–Sol Lu-li Kralları vardı. Ayrıca kuzeye, Dinlin ve Tung-Hu halklarına vali krallar atandıkları bilinmektedir. Raporda bu kralların altında kendi memurları ve hassa birlikleri olduğundan da bahsedilir. Askeri birlikler onluk sisteme göre sıralanmıştır. Harekatlar, Çin’e yapılanlarda görüldüğü üzere organize ve disiplinli şekilde gerçekleştirilirdi.
Shan-yü kral soyu olan Luanti boyu, ejder/semender soylu kabul edilir ve kutsanırdı. Shan-yü’nün altında aristokrasiden oluşan bir meclis vardı. Attila’nın da kendine ait bir meclisi (logades) olduğu Romalılarca aktarılmıştır. Bu, Hsiung-nu’ların meclisine oldukça benzer.
Yüksek makamlara yönetici aileden atamalar yapılırdı. Özellikle kutsal kabul edilen sağ yöne yapılan atamalar genellikle taht varisi olarak düşünülen prenslerce doldurulurdu. Vergi toplayan memurların varlığından söz edilir. Son derece askerileşmiş olan bu idari sistemin kökünde, Çin’in bozkırlıları duvar sistemleriyle ve ticari kısıtlamalarla izole etmeye çalışması yatıyordu.
Batı Bozkırı’na göre daha zor şartlarda olan Doğu Bozkırı’nda, Çin ile özellikle tarım ticareti yapmak yaşamsal öneme sahipti. Aynı zamanda Hsiung-nu’lar, önemli otlaklarını kaybetmiş ve at ticaretinden elde ettikleri kâr düşmüştü. Bu yüzden Doğu Bozkırı, ekonomik çıkarlarını koruyacak bir idarenin altında birleşmek zorunda kaldı.
Bu idare son derece askeri olmak zorundaydı ki taleplerini kabul ettirebilsin ve meşruiyetini kanıtlayabilsin. Onların Çin’den talepleri arasında, özellikle sınır pazarlarının açık tutulması isteği bu durumu doğrular niteliktedir. Sonraları ele geçirilen Tarım Havzası’nın ticari faydası ve Çin’den elde edilen haraç, Shan-yü’lerin maiyetlerini beslemelerine ve meşruiyetlerini güçlendirmelerine katkı sağlamıştır. Tüm bunlar kaybedildiğinde ise sistem çökmüştür.
İşte Avrupa’ya gelen Hunların ellerindeki miras buydu.

Roma kaynakları, Hunların bu mirası taşıdıklarını dolaylı yoldan bize gösterir. İkili yönetimli sistemler (Attila–Bleda), Don–Volga arasında kalan doğu kanadının büyük payitaht gibi görünmesi, kavimler üzerine krallar atanması (ki Teoderik gibi önemli bazılarının Hun–Got soylu olabileceği tahmin edilmektedir), Got soylularının da (ast krallar) dâhil olduğu aristokratik meclisler —bunların tümü bu sistemin yansımalarıdır.
Germen halkları arasında yayılan şahincilik, sürek avı, kafatası şekillendirme gelenekleri de bu adaptasyonun önemli kültürel kanıtlarıdır.
Bu adaptasyon süreci ve “Kavimler Göçü” (Migratio Gentium) olarak bilinecek dönemin başlangıcı —en azından Avrupa için— Hunların 372 yılında Don Nehri’nin güneyine inmeleri, Alanları bozguna uğratıp boyunduruk altına almalarıyla başladı.
Sonra Hunlar, gözlerini Ermanaric’in yaşlılığında zayıflamış Greuthungi ülkesine diktiler. Yaşlı kral, bazı kaynaklara göre savaş meydanında; bazılarına göreyse kendi canına kıyarak hayatını kaybetti ve ülkesi Hun boyunduruğuna girdi (376).
Kardeşlerinin başına gelenleri dehşetle izleyen Vizigotlar, topraklarına sığınmak için Roma’dan izin istedi. Ancak İmparator Valens ve imparatorluk için bu kadar kalabalık bir nüfusu idare edebilmek kolay değildi. Zaten Gotların Roma hafızasındaki yeri pek olumlu sayılmazdı.
Bu göç ve sığınma talebine verilen cevapsa, sonuçları Avrupa’nın ve hatta dünyanın kaderini değiştirecek bir savaşa yol açacaktı. 378 yılında Hadrianapolis’te yapılan muharebede Got ordusu (bazı Ostrogotlar da kardeşlerine katılmışlardı), Roma’nın ordusunu ve İmparator Valens’i savaş meydanında katletti. Yaptıkları büyük süvari taarruzu, piyade ordusu olan Romalıları adeta biçti.
382’de İmparator Theodosius onlarla bir foedus anlaşması yaparak, Gotların Moesia bölgesinde iskan edilmesini sağladı. Ancak bu anlaşma, daha önce sınır boyu Dakya’da yapılanlardan farklıydı. Bu defa, Tuna serhaddinin altında önemli bir bölgede Gotlara geniş idari özerklik tanınmıştı ve imparatorluk, onları yatıştırma politikasına yönelmişti.
3.Yüzyıl Krizi’nden çıkan Roma, bu dönemde zannedilenden çok daha güçlüydü. Bazı tahminlere göre, imparatorluğun asker mevcudu 400.000 ile 600.000 arasındaydı. Ordu, merkezlerde konuşlu hassa birlikleri (comitatenses) ve sınırlarda konuşlu garnizon birlikleri (limitanei) olarak ikiye ayrılmıştı.
Ancak doğuda yükselen Sasani gücü ve zengin Afrika eyaletini yerli kabilelerden koruma gerekliliği, bu ordu gücünü doğuya aktarmayı zorunlu kılıyordu. Batı’da ise şehirleşmeyle birlikte yaşanan “medenileşme”, asker kaynağının İlirya ve İsaurya gibi bazı vilayetlerden sağlanmasını gerektiriyordu.
Bu sıkıntılar, Diocletianus döneminde yapılan idari bölünmeyle Batı’da güvenlik problemleri yaşanmasına neden oldu. Batı ve Doğu arasındaki gerginlikler ve Hadrianapolis’ten sonra yaşanan kırımın Doğu’yu, yardım göndermeyi imkânsız hâle getirecek ölçüde zayıflatması, Batı’yı iyice savunmasız bıraktı.
Sınır bölgesinde zaten Doğu Germenlerinin yarattığı baskılarla bazı eyaletlerde Germen yerleşimleri artmış, bu topluluklar imparatorluk bünyesine, özellikle orduya dahil olmuşlardı. Bu gelişmeler Batıyı , Doğu’da geliştirilen foedus anlaşmalarının benzerlerini Batı’daki Germen gruplarına da uygulamaya sevk etti —istemeseler bile.
Batı’ya gelen bu yeni gruplar, Hun kasırgasından kaçan kavimlerdi ve dalgalar hâlinde geliyorlardı. Roma belki bu göçmen akınını durdurabilirdi, ancak arkalarından gelen Hun–Got ordularının Hadrianapolis’te gösterdiği güç ve yıkıcılık, onları caydırmıştı.
Bu süvariler ve bozkır taktikleriyle savaşan ordular, bir askeri devrimin tetikleriydiler. Süvariliğin önemi, Partların ağır süvarileri (cataphractarii) geliştirip Romalıları Carrhae Muharebesi’nde (MÖ 53) bozguna uğrattıkları zamandan beri giderek artmaktaydı.
Daha önce belirtildiği gibi, Romalılar Sarmat süvarilerini auxiliary (yardımcı) olarak kullanmaya başlamış; hatta sonraları magister equitum denilen ayrı bir süvari ordusu (comitatenses) oluşturmuşlardı. Ancak Hunların savaş kabiliyeti, bu gelişmeleri yetersiz bırakmıştı.
Romalılar, ordularını bu yeni tehditlere göre reforme etmeye, hatta ordularında Hunları istihdam etmeye başladılar. Örneğin, Belisarius’un Ad Decimum (533) zaferinde Hun birlikleri önemli roller üstlenmişti.

Ancak bu devrimi sadece Hunlara mal etmek haksızlık olur. Gotlar, Hunların ekipmanlarına ve taktiklerine son derece başarılı şekilde adapte olmuşlardı. Kaynaklar, onların tıpkı bir İskit gibi giyinip savaştıklarını aktarır. At üstünde hareket kabiliyetini artıran pullu zırhlar ve miğferler, koşum takımları, ok-yay ve sadaklar, seax denilen Hun kısa kılıçları —hepsi bozkır tarzını yansıtan Hayvan Üslubu süslemelere sahipti.Germenler, bazı tamgalar bile kullanmaya başlamışlardı. Bu şekilde, askeri ve idari değişimlerin öncüllerinden oldular.
Batı Roma, bu gücü hissetmekte gecikmedi. Doğu Roma içinde özerk olan Vizigotlar, 391 yılında Alaric’i kralları seçtiler. Theodosius’un ölümünden sonra yaşanan siyasi karışıklıklara karışan Vizigotlar, yollarını farklı şekilde çizmeye karar verdiler. İlirya’yı yağmaladılar ve Batı’nın kapısına dayandılar.
Batı İmparatoru Honorius’un iplerini elinde tutan Got kökenli bir komutan olan Stilicho, Alaric’i bir süreliğine Batı’dan uzaklaştırmayı başardı. Ancak Doğu ile olan rekabet sonucu Stilicho bir entrikaya kurban gitti. Bu gelişme, Alaric için İtalya’nın ve Roma’nın kapılarını araladı.
MS 408’de İtalya’ya geçen Alaric, Roma’ya doğru ilerledi. Kutsal şehre doğrudan girmedi, ancak Senato’dan bir türlü istediğini elde edemeyince, 24 Ağustos 410 gecesi şehre girdi ve Roma’yı yağmaladı.
Sene sonunda İtalya’nın güneyinde hayatını kaybeden Alaric, tarihe adını altın harflerle kazımıştı. Vizigotlar daha sonra Galya’ya geçtiler ve orada Toulouse Krallığı’nın temelini attılar. Krallıklarının Galya kısmını Franklara kaybetseler de, İberya’da 8. yüzyıldaki İslam fethine kadar hüküm sürdüler.

Dönemin Truvası olarak anılan Maraton Muharebesi’nde, Hunlara ve kardeşleri Ostrogotlara karşı Roma tarafında saf tuttuklarını hatırlatmak gerekir.
Kardeşleri Ostrogotlara dönersek… Onların bir kısmı Hun hâkimiyetinden kaçtı, ancak büyük çoğunluğu Hun egemenliği altında, ast krallar tarafından yönetilmeye devam etti. Bu dönemde Hun aristokrasisiyle derin bağlar kurdular. Pek çok Got önderinin Hun kökenlere sahip olabileceğine dair iddialar da bu dönemde ortaya atılmıştır.
Onların ve diğer Germen gruplarının kendi yazgılarını çizmeye, müstakil siyasi yapılar kurmaya başlamaları ise 454 yılında yaşanan Nedao Savaşı’ndan sonra mümkün oldu. Bu savaş, Hunların Batı’da, Germanya ve Karpatya’daki hâkimiyetlerine son verecek ve halklar üzerindeki boyunduruklarını kıracaktı.
Bu savaş, kimi tarihçilerce Germenlerin bağımsızlık mücadelesi olarak değerlendirilirken, bazı araştırmacılar, bunun Hun Commonwealth’i içinde, Attila’dan beri süren bir meşruiyet krizinin sonucu olduğunu ileri sürer. Gerekçe ne olursa olsun, sonuç değişmemiştir.
Boyunduruktan kurtulan Germenler, kazandıkları idari ve askeri deneyimlerle, savunmasız Batı Roma topraklarına akın ettiler. Bu topraklarda kurdukları erken krallıklar, Hunlardan aldıkları proto-feodal gelenekleri sürdürdü.
Dönemin bu yeni kralları, daha sonra gelişecek seigneurie tipi feodalizmin aksine, geniş yetkilere sahipti. Arazilerini istedikleri gibi soylulara taksim edebiliyor, gerekirse geri alabiliyorlardı. Bozkırdan gelen atlı gelenekler, şövalyeliğin temelini oluşturdu. Pek çok Orta Çağ geleneğinin (örneğin avcılığın, sürek avlarının) kökenleri bu döneme dayanır.
Destanlarda bu dönemin kralları kendilerine yer bulmuştur. Gotlar, Orta Çağ’a etki eden bu mirasta ciddi pay sahipleridir.
Miras

Gotlar, önceki bölümlerde anlattığımız gibi, Sarmatlar ve özellikle Hunlardan aldıkları gelenekleri benimseyerek diğer Germen akrabalarından ayrıldılar. Bu yönleriyle, Avrupa Orta Çağı’nı şekillendiren halkların başında geldiler. Hakim oldukları coğrafyalarda Germen dilleri yayılmadı; ancak daha sonra kurulacak olan idarelerin temellerini onlar attı.
Daha sonra İtalya’ya hâkim olan Ostrogot kralları, Roma hukukunu reforme etmeye çalıştılar ve kendilerini Batı Roma İmparatorları’nın halefleri olarak takdim etme çabasına girdiler.
Siyasi ömrü en uzun olan Got topluluğu, Kırım’a yerleşen ve zamanla Helenleşen, Theodoro Prensliğini kuran Gotlardı. Bu prensliğe 1475’te Osmanlı Paşası Gedik Ahmed tarafından son verildi. Bu prenslik haricinde, diğer Got idarelerinin ömürleri çok uzun olmamıştı. Ancak isimleri ve imgeleri asla akıllardan silinmedi.
Hümanizmanın yükselişiyle Greko-Romen kültüre olan öykünme, onların “vahşi barbarlar” olarak görülmesini sağladı. 6. ve 7. yüzyıllarda yazan Isidore’un, Gotların kökenlerini Kitab-ı Mukaddes’te adı geçen Gog ve Magog’a dayandırması gibi bazı örnekler, yüzyıllar sonra oluşacak bu algıya katkı sundu.
18.yüzyılda bu imgeyi akrabaları Vandallara bıraksalar da, bazı kesimlerde bu bakış açısı canlı kalmaya devam etti. Ancak şimdiye dek başlıklar altında yaptığımız inceleme, bu barbar imajının ne kadar yersiz ve yanlı olduğunu göstermektedir.
Germen ve Got yayılmasının altında yatan motivasyon, nüfus artışına bağlı kaynak ihtiyacıydı. Germenlerin ve dolayısıyla Gotların kaynakları o kadar kısıtlıydı ki, sağlam bir idare bile kuramamışlardı. Ancak adaptasyon konusundaki yetenekleri, onların medeni vasıflara ne kadar haiz olduklarını gösterir. Bu da, kafalardaki barbar imajının ne kadar temelsiz olduğunu kanıtlamaya yeter.
Gotların imajı ve mirası üzerinde her ne kadar genellikle olumsuz tutumlar üzerinde durulsa da, bazı kimseler ve hatta bazı idareler için Gotlar o kadar da kötü bir topluluk olarak görülmemiştir.
Örneğin, 1683’te Viyana’yı Türklerin elinden kurtaran Jan Sobieski “Got Savaş Tanrısı” (Gotischer Mars) olarak anılmıştır. 1431’de Basel Konsili’nde İsveç ve Avusturya arasında Got mirası adına bir tartışma yaşanmıştır.
Daha sonraları hem Tuna ve Dinyester arasına hâkim olmaya çalışan Habsburglar, Got tacında hak iddiasında bulunmuşlar; 30 Yıl Savaşı’nda Protestan Ligi adına savaşan İsveçlilerse güneye inen Gotlara benzetilmişlerdir.
İsveç Krallığı, Got mirası üzerindeki iddiasında oldukça ileri gitmiştir. Bugün İsveç Kraliyet Arması’nın üzerindeki üç taçtan ikincisi, Regnum Gothorum’u temsil eder.
Negatif ya da pozitif olsun fark etmez: Gotlar, insanların zihinlerinde asla silinmeyecek izler bırakmış; tarihin akışında çok önemli roller oynamışlardır.
Kaynakça
Beckwith, Christopher L. İpek Yolu İmparatorlukları. Translated by Kürşat Yıldırım, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık, 2011.
Bury, John B. Barbarların Avrupa’yı İstilası. Translated by İslam Kavas and Yusuf Akbaba, Kronik, 2022.
Çirkin, Sergen. Güney Sibirya Arkeolojisi ve Şamanizmi. Yapı Kredi Yayınları, 2023.
Dumézil, Georges. Mit ve Destan I: Hint-Avrupa Halklarının Üç İşlev İdeolojisi. Translated by Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, 2023.
Heather, Peter. “Cassiodorus and the Rise of the Amals: Genealogy and the Goths under Hun Domination.” The Journal of Roman Studies , vol.79, 1989, .
Karaca, Görkem. “Avrupa Hunlarının Askerî Yaşamında Germenler.” Genel Türk Araştırmaları Dergisi, vol. 6 , no. 12, 2024, .
Kim, Hyun Jin. Hunlar. Translated by Hakan Erdem, Gumbel Yayınevi, 2020.
Kozan, Mert. “Gotların Anayurdu ve Kökeni.” Tarih Araştırmaları Dergisi, vol. 33, no. 55, May 2014, pp. 71–90. https://doi.org/10.1501/Tarar_0000000565.
Sinor, Denis, and A. I. Melyukova. Erken İç Asya Tarihi. Translated by İsenbike Togan, İletişim Yayınları, 2019.
Tacitus, Cornelius. Germania, Britannia ve Hatipler Üzerine Diyaloglar. Kronik Yayınları, 2022.
“A Dynamic 6000-Year Genetic History of Eurasia’s Steppe.” Cell, vol. 183, no. 5, 2020. https://doi.org/10.1016/j.cell.2020.10.015.
“A Genetic History of the Balkans from Roman Frontier to Slavic Migrations.” Cell, vol. 186, no. 23, 2023, . https://doi.org/10.1016/j.cell.2023.10.018.
Wolfram, Herwig. Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkiler. Translated by Tuğba İsmailoğlu Kacıri, Kronik Yayınları, 2023.
Kapak Görseli: World History Encyclopedia