Oxford sözlüğü İngilizce’de 2016 yılının kelimesi olarak ‘post-truth’u seçmiştir. Bu kavram Türkçe’ye ‘gerçek ötesi’, ‘gerçek sonrası’, ‘post-olgusal’ şeklinde çevrilmiş olup bu tanımlamalar post-truth kavramını yeterince yansıtmamaktadır. Post truth, nesnel olan bir gerçeklik karşısında halk kitlelerinin kişisel duygular ve çeşitli çıkarların ağırlık kazanması ile nesnel gerçekliğin silikleştirilmesi ve kamuoyunu etkilemesi olarak tanımlanır. 1992 yılında post truth kavramını ilk defa Sırp Amerikan oyun yazarı Steve Tesich kullanmıştır. 1992 yılında yayımlanan “Government of Lies” (Yalanlar Hükümeti) makalesinde Amerikan halkının önemli bir kısmının Bush hükümeti tarafından yapılan siyasi propagandaları sorgulamadan gerçekmiş gibi kabul ettiğini belirtir. Tesich, artık insanların hakikati aramak yerine önüne gelen ham bilgi yığınlarını sorgulamadan kabul ve bu yığınları bir şekilde talep ettiğini yazarak eleştirir.
Post-truth kavramının bilinir hale gelmesinde ise 2004 yılında Amerikalı araştırmacı yazar Ralph Keyes’in “Hakikat Sonrası Çağ” kitabının önemi oldukça büyüktür. Bu kitap, tüm yalanlara ve yalancılara karşı bir eleştiriden ziyade, gündelik yalanlar, bu yalanların birbirimizle olan ilişkileri ve toplumun genelini nasıl etkilediğine dair bir kaygı ifadesidir.
-Gelin, öncelikle Ralph Keyes’i Tanıyalım…
Ralph Keyes Kimdir?
1945 doğumlu Amerikalı yazar ve akademisyen Ralph Keyes, Londra Ekonomi Okulu’nu bitirmiştir. 1970’lerin sonuna kadar yayınevlerinde asistan ve editör olarak çalışmıştır. Eğitimden yazarlık uğraşına, modern toplumlarda yalnızlıktan dürüstlüğe farklı konular üzerine yapıtlar üretmiştir. 2004 yılında yazdığı “Hakikat Sonrası Çağ”dan tam 12 yıl sonra “hakikat sonrası” kavramı Oxford sözlüğü tarafından yılın sözcüğü seçilmiştir. Keyes çalışmalarına, Amerika’nın farklı kentlerinde konuşmalar yaparak, dersler vererek ve yazarlık yaparak devam ediyor.
Keyes Post truth kavramını ilk olarak siyasetin büyük ölçüde politikanın detaylarından kopuk şekilde duygulara yöneldiği ve hakikatlere yönelik argümanların yok sayılması üzerinden açıklar. Bu tür politikanın belirleyici özelliği olarak da şaşırtıcı olmayan bir şekilde kampanyacıların, medyanın veya bağımsız uzmanların yanlış oldukları tespit edilse bile, konuşma noktalarını tekrarlamaya devam etmeleri olduğunu belirtmektedir. Post truth kavramı siyaset ile ön plana çıkmasına rağmen artık siyaseti de aşmıştır. Din adamları, araştırmacı gazeteciler, üniversite hocaları, terapistler, avukatlar ve önemli edebiyatçılar da bunu yaparlar. Keyes’e göre bilgi dağarcığı artıkça manipülasyon ve yalanın da katsayısı artar.
İstatistiksel olarak her zamankinden daha fazla yalan söylediğimizi saptamak zor olsa da Keyes’e göre asıl önemli olan şudur: Yalanlar o kadar sıradan bir biçimde söyleniyor ki, bırakın bize ne zaman yalan söylendiğini fark etmeyi, kendimiz ne zaman yalan söylediğimizi bile fark etmiyoruz. Reagan-Clinton-Bush döneminde kandırılmaya o kadar alıştık ki, 1960 yılında Dwight Eisenhower, Dışişleri Bakanının Sovyetler Birliği’nin vurduğu casus uçağın aslında bir “meteoroloji uçağı” olduğu yönündeki ifadesinin doğru olmadığını kabul ettiğinde nasıl büyük bir şok yaşadığını unuttuk. 1970’lerin başları gibi yakın bir zamanda Richard Nixon’ın seri yalanları karşısında öfkelenebiliyorduk. Jimmy Carter’ın seçilmesinin nedeni kısmen, bize asla yalan söylemeyeceğine söz vermesiydi. Monica Lewinsky ve kitle imha silahları dönemine gelindiğindeyse, ruh hali değişmişti. Artık tavrımız şuydu: Herkes yalan söyler (Everybody lies); özellikle de liderlerimiz. Ne olmuş yani? İşte bu aşamadan sonra yalancılık istisna olmaktan çıkıp norm gibi görülmeye başlanmıştır. Keyes’e göre yeni olan politik olarak yalanın kullanılması değildir; yeni olan yalanın bu kadar görece kitleselleşmesi ve asıl yeni olan yalanın siyaset, medya yoluyla kurumsallaşmasıdır. En önemlisi de liderlerin yalan söylemesinden ziyade kitlelerin ona verdiği tepkidir. Karşımıza çıkan söyleme, yalan da olsa kendilerini doğruluyorsa kitleler ona gerçekmiş gibi muamele yapabilmektedirler.
Dürüstlüğün Çöküşü
Keyes’e göre aldatma, çağdaş yaşamın her kademesinde sıradanlaşmıştır. Bir düzeyde bu, “Kendisi toplantıda” ya da “Yo, bu elbise seni hiç de şişman göstermiyor”dan ibaret. Bir düzeyde ise “Kitle imha silahları bulduk” şeklinde ortaya çıkıyor. Alışılageldik sebepler yüzünden ya da belli bir sebep olmadan yalan söyleriz ve yalan söylemeye karşı tavrımız hoşgörülü bir hale gelmiştir. Açık yürekliliğin günümüzde ne kadar yıpranmış olduğu, “açıkçası”, “dürüst olmak gerekirse”, “samimiyetle diyebilirim ki”, “doğruyu söylemek gerekirse”, “doğrusu”, “gerçek şu ki”, “gerçekten”, “tüm açık sözlülüğümle”, “hakikaten”, “açık konuşmak gerekirse” gibi ifadeleri ne kadar sık kullandığımızda görülebilir. Sizce de bu tür sözel alışkanlıklar, birbirimizi ne kadar düzenli aldatıyor olduğumuzun kaba bir ölçüsü değil midir?
Çoğumuz düzenli olarak yalan söylüyor ve yalan işitiyoruz. Bu yalanların “Suşi severim”den “Seni seviyorum”a kadar her çeşidi mevcut. Hatta Keyes’e göre her ne kadar dostlarımızdan ziyade yabancıları kandırmaya daha meyilli olsak da, en ciddi yalanlarımızı en çok değer verdiklerimize saklıyoruz. Hiç düşündünüz mü ne sıklıkla yalan söylüyor ve yalan işitiyoruz? Bu soruyla ilgili pek çok sayı ortaya atılmıştır. Günde 200 yalandan günde bir yalana kadar değişen tahminler var. Bir çalışma haftada ortalama 13 yalan söylediğimiz sonucuna varmıştır. Eğer bu size inandırıcı gelmiyorsa en sık söylenen yalanın “Nasılsın?” sorusuna verilen cevabın “İyiyim,” olduğunu bir düşünün. Bu beyaz yalan o kadar yaygındır ki katılımcıların bir hafta boyunca söyledikleri her yalanı kaydetmelerini isteyen araştırmacı Bella DePaulo, bunun kaydedilmesini gerek görmemiştir. Keyes’e göre iyi bir izlenim bırakmakta ne kadar istekliysek, yalan söyleme ihtimalimiz de o kadar yüksektir. Yani hoşlandığımız kişilere yalan söylemeye, hoşlanmadıklarımıza kıyasla daha yatkınızdır.
Beyaz yalan dostu bir çağda yaşıyoruz. Şu konuda ikilemdeyiz: Bir yandan kendi yalanlarımıza bahane bulurken diğer yandan yalanın bu kadar yaygın olması karşısında dehşete düşüyoruz. “Benim yalanlarım gayet anlaşılabilir, seninkiler rezillik.” Konu bir şekilde ilgimizi çekiyor. Filmler, diziler sürekli yalan söyleme üzerine kuruluyor. Gazeteler ve dergiler manşetlerinde düzenli olarak yalancılığa yer veriyor.
Yalan söylemek, kabahat içermeyen bir ihlale dönüştü. Gerçeği gizlerken yakalananlara “Sorun değil”, diyoruz. “Onun niyeti iyi.” “Ben kim oluyorum ki seni yargılıyorum?” ve son nokta: Hem zaten hakikat nedir ki?” Keyes’e göre bu kitabın iddiası, uydurmaya atalarımızdan daha meyilli olmadığımız, fakat bundan sıyrılmayı daha iyi becerdiğimiz düşüncesidir.
Hakikat sonrası bir çağda yaşıyoruz. Her zamankinden daha fazla yalan söylüyor olsak bile kimse kendisine “yalancı” denmesini istemiyor. Oxford sözlüğüne göre bu terim, “kibar sohbetlerde genelde kaçınılan, şiddetli bir ahlaki kınama ifadesidir…” Bu nedenle kaçınma mekanizmaları geliştiriyoruz. Artık yalan söylemiyoruz. Bunun yerine “yanlış konuşuyoruz”, “abartıyoruz”, “hatalar yapıldı” diyoruz. “Aldatma” tabiri lafı daha kolay çevirmemizi sağlıyor. “Dürüst değildim” demek “Yalan söyledim” demekten kulağa daha hoş geliyor. Aynı şekilde, başkalarını da yalan söylemekle itham etmek istemiyoruz; “inkar ediyorlar” diyoruz.
Keyes’e göre hakikat sonrası çağda gerçek ve yalanlardan başka tam olarak gerçeği yansıtmamakla birlikte yalan da denilemeyecek muğlak üçüncü bir kategori vardır. Zenginleştirilmiş gerçek denilebilir buna. Neo-(yeni) gerçek. Yumuşak gerçek. Suni gerçek. Dürüstlük bir zamanlar ya hep ya hiç meselesi olarak görülürdü. Dürüsttünüz ya da değildiniz. Artık dürüstlük ya da yalancılıktan değil, her ikisinin de derecelerinden bahsediyoruz. Eğer niyetimiz iyiyse ve yalandan ziyade doğru söylüyorsak, sağlam bir ahlaki zeminde durduğumuzu düşünüyoruz. Eğer söylediğimiz doğruları ve yalanları topladığımızda ilki ikincisine göre daha fazla çıkıyorsa, kendimizi dürüst kategorisine sokuyoruz. İşte Keyes bu durumu bakkal defteri ahlakı olarak nitelendirir.
Keyes’e göre topluluk tanındığımızı hissettiğimiz yerdir. Birbirlerini tanıyanların birbirlerini kandırması zordur. Düzenli olarak görüştüğümüz kişilere yutturabileceğimiz yalanların bir sınırı vardır. Hiçbir yalan makinesi birbirlerini tanıyan insanlarla aşık atamaz. Topluluk üyelerinin birbirlerine çok değer verdikleri için dürüst oldukları bir yanılgıdan ibarettir. Genelde tam tersi söz konusudur. Sık gördüklerimize yalan söyleme ihtimalimiz, seyrek gördüklerimize kıyasla daha düşüktür. Eğer eskiden birbirimize karşı daha dürüst idiysek ki bunun sebebi o zamanlar daha fazla vicdanlı olmamız değil, gündelik etkileşimlerimizin çoğunlukla tanıdık yüzlerle gerçekleşmesidir.
Ancak kendini ortama bağlı hissetmemek, yalan söyleme arzumuzu bastıran dürtüleri kuşkusuz azaltır. Nasıl ki mantarlar en iyi karanlık bodrum katlarında yetişir, yalancılık da anonim ortamlarda serpilir. Yalan söylenen kişi anonim olduğunda, bu kişinin aslında zarar görmediği, bu durumun çok da umurunda olmadığı hatta kendisine yalan söylendiğini bile fark etmeyeceğini düşünmek çok daha kolay olur. Hakikat sonrası durumda insanlar arası bağların yıpranması hem sebep hem sonuçtur. Kendini diğerlerine bağlı hissetmemek yalan söylemeyi kolaylaştırır ki bu da daha sonra yeniden bağlantı kurmayı zorlaştırır.
Amerika Miti
“Ameika’da bir geçmişe sahip olmak için, bunu ancak uydurmanız gerekir.”
Keyes’e göre Amerika her zaman bir Dalkavuklar ülkesi olmuştur. Kendi hakkında yalan söylemek en az elmalı kıtır kadar Amerikalıdır. Ülkenin adı bile iddia ettiğinden çok daha az seyahat eden palavracı bir tüccar olan Amerigo Vespucci’den gelir. Her ne kadar sahtekarlığın kendisi Amerikan icadı olmasa da Amerikalılar bu pratiği nefes kesici düzeylere taşımışlardır. Amerikan dili, Amerikalıların abartma ihtiyacına uyum sağlamak için, şeyleri olduğundan daha büyük, daha çarpıcı gösterecek şekilde sürekli olarak dönüştürmektedir. Çağdaş bir örnek için, en küçük boy kahveye “Tall”(uzun) denen mahallenizdeki Starbucks’a gitmeniz yeterlidir.
Amerika’nın tarihine dair efsanelerin önemli bir kısmı tamamen ya da kısmen uydurmadır. Kendilerini icat etmek Amerikalıların milli hobisidir. Duydukları gururla “Kendimi yeniden yarattım” derler. Bu süreç, genelde uygunsuz olan eski gerçeklerden vazgeçip yerlerine daha iyi olan yenilerini koymayı içerir. Buna, kendini yoktan var etmiş Marilyn Monroe’nin( asıl adı Norma Jean Baker) şerefine “Marilynleşme” deniyordu. Mit yaratma eğilimleri ve birbirlerinin palavralarını yutmaya hazır olmaları, Amerikalıları geride bıraktıklarından daha az ahlaklı değil, sadece daha oportünist yapar. Eğer çevredeki kimseler geçmişinizi bilmiyorsa, dürüst olmaya ne gerek var ki? Gerçek kimliğinizi kim ortaya çıkarabilir? Göçmenler, vardıkları limanda isimlerini kendi kendilerine ya da birilerinin yardımıyla Amerikanlaştırdıkları andan itibaren, artık yepyeni bir sahada olduklarının farkına varmışlardır. Gorodetshky’i telaffuz etmek zor mu? Peki Gordon nasıl? Shakishavilli demek zor mu? Shaw’ı deneyin. Eğer isimler bu kadar kolay değiştilebiliyorsa, neden başka şeyler de değiştirilmesin? Yaş,meslek, aile kökeni… Amerika kelimenin tam anlamıyla sınırsız olasıklar ülkesidir.
Beyaz Yalanlar
Geniş bir örneklemeye dayanan bir araştırmaya göre Amerikalıların yüzde 90’ı düzenli olarak kendilerine dair küçük yalanlar söylediklerini beyan etmiştir.Bunlar çoğunlukla yaşı küçülten, geliri arttıran, kimlik bilgilerini güçlendiren beyaz yalanlardır. Kişinin şüpheli birtakım verilerle geçmişine çeki düzen vermesi karın estetiği ve saç ektirme kadar yaygın hale gelmiştir. Motivasyon aynıdır: Gerçektekinden daha iyi olma arzusu. Beyaz yalanlar bize “yalancıktan yapma” oyununun yetişkin versiyonudur. Üniversitede aldığımız B’ler ve C’ler zamanla A’lar B’ler olur. Boyunu olduğundan uzun göstermeyen çok az erkek veya kadın vardır. Boyun önemli olduğu Hollywood’da, bir kasting yönetmeni, oyuncular kapıdan içeri girdikleri anda boylarının kaç olduğunu tahmin etmeyi alışkanlık haline getirmiştir, çünkü özgeçmişindeki rakamlara güvenemeyeceğini biliyordur. Özgeçmişler, yapmış olduklarımızın basit bir kaydı değildir. Aynı zamanda yapmış olmayı dilediklerimizi dünyaya ilan eder.
Neden Yalan Söylenir?
Hiç düşündünüz mü neden vicdanımız yalan söylememizi engellemeye her zaman yetmiyor? Neden doğruyu söylememiz mümkünken sık sık yalan söylüyoruz? Neden bu kadar zeki, yetenekli, aklı başında insan bu kadar çok yalan söylüyor? Keyes gerçeği gizlememizin bazı bariz sebeplerinden bize bahsediyor: öne geçmek, avantaj sağlamak, para kazanmak, zaman kazanmak, zor durumlardan sıyrılmak. Fakat ona göre gerçeği gizlemenin, daha derin ihtiyaçları yansıtan daha az belirgin başka pek çok sebebi var.
- Güvensizlik
Büyük başarıya imza atanların alışılmadık ölçüde kendine güvenli olduklarını varsaymak anlaşılabilir bir hatadır. Bazen öyledir de. Fakat bir o kadarı da dikkat çekici bir derecede güvensizdir ve bu onları hiç de sıra dışı yapmaz. Bir dereceye kadar, hayatta olmak güvensiz olmak demektir. Bunun anlamı şu dur: Pek çok insanın dışarıya yansıttığı dengeli karakter, içeride saklanan sabırsız kişilikle her zaman eşleşmez. Oz büyücüsünün hala bir metafor olarak kullanlması pek çoğumuzun onda kendini görmesidir. Aslında ne kadar değersiz hissettiği anlaşılmasın diye duman bulutları yaratıp gök gürültüleri çıkaran kaygılı bir figür.
Gerçekten de olduğumuzla dış dünyanın gördüğü insanın pek ilgisi yoktur. Aldatma, iyi bir izlenim yaratmak için gerekli olabilir. Aldatıcı davranış araştırmaları, kişi başkalarının görüşleriyle ne kadar ilgilenirse, yalan söyleme olasılığının da o kadar arttığını bulmuştur. Hatta Psikolog Richard Farson’a göre, terapistlerin öğrendiği ilk şeylerden biri aslında kimsenin işinin tıkırında olmadığıdır. Kimse kendini tam olarak güvende hissetmiyor. Güvensizlik tedavi edilemez bir hastalık gibi görünmektedir.
- Eğlence
Pazar araştırmacısı Faith Popcorn, yıllar boyunca kendisiyle söyleşi yapanlara İtalyan büyükbabasının soyadı Corne’den geldiğini söylemiştir. Popcorn, Ellis Adası’ndaki göçmenlik yetkililerine “Benim adım a-Papa Corne” demiştir. Zamanla soyadları “Popcorn” (patlamış mısır) olarak Amerikanlaştırılmıştır. Bunun adı “yalan oyunu”dur. Yalancılığın neden bu kadar yaygın olduğunu merak ettiğimizde, yalan söylemenin keyifli, modaya uygun ve gerçeği söylemekten çok daha eğlenceli olabileceğini aklımızda tutmalıyız.
Yalan söylemek yetişkinlerin yapmalarına izin verilen çok az yaramazlıktan biridir. Eğlenmek için söylenen yalanlar hoşça vakit geçirmek için söylenir. Doğruyu herkes söyleyebilir yalan söylemekse yetenek gerektirir. Çoğumuzda olduğu gibi hayat sıkıcı gelmeye başladığında neşeli bir yalan bazen bazı şeyleri canlandırabilir, hayatı daha heyecanlı hale getirebilir. Eğlenmek için yalan söylemenin cazibesinin farkında olan ve bu pratiği kontrol altında tutması gerektiğini bilen çoğu toplum, eğlenceli aldatmacaya izin verir. Aldıkları önlem genellikle, dalga geçilen kişinin de şakaya dahil edilmesidir. Hadi ama hangimiz 1 Nisanda yapılan bu şakaların bir şekilde parçası olmadık? Şaka yapılan kişiye “1 Nisan!” diye bağrılır. Paul Ekman bu noktada bazı insanların başkalarını aldattıklarında hissetikleri olumlu duyguya “kandırma zevki” der.
- Macera
Çoğu yalan, görece düşük riskli bir oyundur. Kendimiz hakkında uydurduğumuz beyaz yalanların ortaya çıkması pek olası değildir. Bu bazı insanların tehlikeye atılmaktan duyduğu zevktir. Bazıları için yalan söylemek düzenli olarak yaptıkları en cesur ve yaratıcı iştir. Amaç nedir? Uyarılma. Macera. Dolandırıcılar üzerinde yapılan bir araştırmada Stanford’lı psikolog Richard Blum, risk almanın onları para kazanmaktan daha çok motive ettiğini bulmuştur. Onlar için oyunun kendisi getirdiği kazançtan daha önemlidir. Duruma birde onlar açısından bakalım. Dürüst olmak cesaret istemez. Yalancılıksa ister. Gerçeği her değiştirdiğimizde her şeyi riske atmış oluruz.
Hakikat Önyargısından Yalan Önyargısına
Şüpheci toplumda “Google” bir fiile dönüşmüştür. Sadece işverenler, gazeteciler değil, aynı zamanda sevgili, eş adayları internet arama motorlarına isimler girip rutin olarak birbirlerini “Google’larlar.” Önceden insanlar kendilerine söylenenlerin doğru olma ihtimalinin yalan olma ihtimalinden daha yüksek olduğunu varsayıyordu. Her türlü aldatmacanın yaygınlaşmasıyla hakikat önyargısı yerini yalan önyargısına bırakmıştır. Bu durumda bize söylenen her şeyin doğruluğunu sorgulamamız gerekir. Ancak bize sürekli yalan söylenmesin diye tetikte olmak duygusal, ruhsal ve bedensel açıdan oldukça tüketicidir.
Friedrich Nietzsche, bir zamanlar bir arkadaşına şöyle demiştir: “Beni sarsan, bana yalan söylemen değil, artık sana inanmamamdır.” Yalanlar bir kez ortaya çıktıktan sonra hem geçmişe hem geleceğe büyük bir gölge düşürür. Birinin bize neden yalan söylediğini anlayabiliriz ama artık ona daha az güvenmez miyiz? Asıl soru şu dur: “Acaba başka ne konuda yalan söylüyorsun?” İşte sürekli aldatmacanın toplumsal maliyeti budur: kabullenmenin ardından gelen şüphe. Bununla birlikte, aldatıcı davranışın bedelini ödeyen yalnızca toplum değildir. Bireyler de öder. Hannah Arendt’in de dediği gibi “Yalanın ters etki yapacağı bir nokta elbet bir gün gelir.” Tüm bunlardan hareketle Keyes’e göre, hakikat kurtarılmadan bu medeniyet aldatma ve yalancılığın daha da derin seviyelerine inmeye mahkumdur. Artık bir kültür olarak hakiki olmayanı kabullenmemizle ilgili hakikatle yüzleşmemizin zamanı gelmiştir.