Her hafta sizler için bir kitap seçip incelediğimiz Haftalık Kitap Keşfi adını verdiğimiz serimizde bu hafta Sine Ergün‘ün Can Yayınları’ndan çıkan kısa roman şeklindeki kitabı Kopuk ile sizlerleyiz. Romanı incelemeye başlamadan önce romanın yazarından kısaca bahsedelim istedik. Sine Ergün’ün Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’ne layık görülen yazarın ilk öykü kitabı Burası Tekin Değil 2010 yılında yayımlanmıştır. İkinci öykü kitabı olan ve 2012 yılında yayımlanan Bazen Hayat ise Sait Faik Hikaye Armağanı ödülüne layık görülmüştür. Yine bir ödüle layık görülen ve 2016 yılında yayımlanan Baştankara adlı bir başka öykü kitabı daha vardır. Kopuk 2021 yılında yayımlanır ve ilk romanıdır Sine Ergün’ün. İlk kitabından itibaren biçemini belli etmiştir. Bir röportajında yazmaya başlarken uzun cümleler kurduğundan, kitabı yazma aşamasına geldiğinde ise önceden yazdığı cümleleri kısalttığından bahseder Ergün.
Okunması oldukça zor olan romanın başında yazar Marc Auge‘nin Unutma Biçimleri adlı kitabından “Bana neyi unuttuğunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” alıntısıyla kısa bir giriş yapar anlatacaklarına. ‘Kopuk’ geçmişini unutmuş ya da unutmayı tercih etmiş bir foto muhabirinin yolculuğuyla başlar. İsmi Z olan bir karakterle yıkılmış bir kente yaptığı bir yolculuktur bu. Geçmişle olan bağ, kişinin kişiyle bağı, bireyin toplumla olan bağı, toplumla toplumun bağı, bu bağların birbiriyle olan kuvveti sorgulanır. İnsanların varoluşunun asli dayanağının da bu bağlar olduğunu hatırlatmak ister aslında yazar.
Kitaba adını veren kopuk kavramına dair cümleler ve imgeler yer yer okurun karşısına çıkar.“Kent merkezine yaklaştıkça bir ses işitmeye başladı. Tekdüze ritim. Ne olduğunu çıkarmaya çalıştı. Bir taş ötekinin üstüne. Bu ses ne, diye sordu, Duvar, diye yanıt verdi Z, bu yanıtın ona yetmesi gerekiyormuş gibi devamını getirmedi.” bu cümlelerde geçen tekdüze ritim ve duvar kavramları kullanılan imgelerdendir. Ergün’ün kitap içerisinde kullandığı kavramlardan biri de ‘duvar’dır. Duvar, karakterin karşısına her yerde çıkar ve çıkmaya devam edecektir. Buradaki duvar bir engeldir. Kimi zaman duvarlar örülür karakterlerin üstüne, kimi zaman da yollarını kapatır. Simgelediği şey ise kişisel alanımızın sınırlarıdır.
“Gerçekten anımsamıyor olamazsınız, anımsamamayı tercih etmişsinizdir. Düşünmemişsinizdir. Ya zamanınız olmamıştır ya da bir nedenle düşünmekten kaçınmışsınızdır geçmişi.” (Ergün 31)
Yazarın roman içerisinde kababa diye bir kelime gösteriyor okurlara. Olay örgüsünün başlarında foto muhabirin yol üstünde karşılaştığı Z ile konuşması esnasında Z foto muhabirine bir kababa olduğunu söylüyor. Yazarın türettiği bir kelime olan kababa bir grup insanı temsil ediyor. Bir grup insan olan kababaların özellikleri arasında geçmişiyle bağını tamamen koparmak isteyen ve unutmayı tercih eden, duyarsız ve içinde çelişkiler yaşayan kişiler olmaları sayılabilir. Aslında bir geçmişte yaşadıklarımız, iyi veya kötü yaptığımız her şey, bir anı bellekte mi tutulur her zaman? Anımsamamıza neler yardımcı olur? Gerçekten unutur muyuz yaşadıklarımızı? ‘Unutmak’ kavramına nasıl anlamlar yüklenebilir? Sıra sıra soruların peşinden koşuyor aslında, okura da bu soruları sorduruyor yalın, abartıdan uzak ve kısa cümlelerle. Gerçek bir unutuştan ya da anımsayıştan bahsedebilir miyiz bir siliklik içerisinde? Tanım olarak unuttuklarımızın ya da unuttuğumuzu sandıklarımızın bir gün bir şekilde hareketlerimizde, söylediklerimizde, günlük hayatımızda ‘belli belirsiz’ kendini gösterebileceğini bilebilir miyiz? Unutmak isteme nedenlerimizi sorgulamazsak vicdanımız rahat edebilir mi? Geçmişini karşısına alamayan ve alabilen toplum arasında nasıl bir farklılık olabilir? Yazarın söylediğine göre anımsananlar her seferinde farklı bir formda çıkıyor karşımıza.
“Gerçek diye bildiği tamamen sanrıdan ibaret değilse kentlerin duvarlarla kapatıldığı doğruydu. Ve sonra kimsenin anımsamadığı. Yok. Anımsayıp anımsamadıklarını bilmiyordu. Anımsamayıp anımsamadıklarını da bilmiyordu. Anımsamayı tercih edip etmediklerini de. Anmıyorlardı ama. Anlatmıyorlardı. Z’ye göre anlatmadığını unuturdun. Böyle bir unutuş muydu söz ettikleri? O da geçmişini böylece mi unutmuştu?” (Ergün 60)
Kitapta ana karakter foto muhabirin cinsiyeti belirtilmiyor. Okura bırakıyor bazı yerleri. Burada önemli olan aslında foto muhabirin kendisi, oradan oraya taşıdığı bedeni. Bedenin taşıdığı belleğin içinde bulunulan zaman ile yadsınamaz bir ilişkisi var. Bu ilişkiyi sağlayan, aralarında bir köprü kuran ise anılar. Kimisi taze kalmış kimisi ise kentin yollarına, sokaklarına ve caddelerine bırakılmış. Kitabın kendisi de bir fotoğraf olarak kabul edilebilir. Tıpkı bir fotoğraf karesine baktığımızda ve uzun süre o fotoğrafı görmediğimizde aklımıza ona dair beliren görüntülerin cümlelere dökülmeye çalışılması gibi. Bir fotoğrafa bakar gibi okunduğu takdirde görülebilir ki her okur farklı bir açıdan bakar ve aldığı gördüğü ve hissettiği şeyler arasında farklar olur. Olay örgüsünün anlatılışında kurulan cümlelerde de sezilebilir bu fotoğraf karesi. Kısa cümlelerle yaşananların, unutulanların ve belleğe atılanların sezdirilmesi…Peşi sıra kopuk ve bulanık düşünceler…
Ergün’ün bir röportajında belirttiği gibi kitap bir soru kaygısında çıkmıştır aslında: İnsan neyi niçin unutur. Her satır bu sorunun cevabının peşinden koşan bir arayış niteliğindedir. Bu arayış içindeyken de bellek, hatırlamak ve vicdan üçgeni arasında gidip gelir. Biz okurlara da bu üçgeni çözümlemek ve aralarındaki ilişkiyi çözümlemek düşer.
“Z ipini koparmıştı. Onun ipi olmamıştı hiç, öyle düşünüyordu. Ya da koptuğunu anımsamayacağı denli zaman geçmişti aradan. Başka bir şey, diye düşündü. Bir boşluğun içinde yapış yapış bir boşluğun içinde hareket eder gibi. Ne zamandır. Amaçsız. Kopuk.” (Ergün 28)
Ergün, Sine. Kopuk. İstanbul: Can Yayınları, 2021.