Haftanın Grubu
Indie pop sahnesinin belki de en samimi gruplarından Peach Pit‘i bu haftanın frekansında mercek altına alıyoruz. Kanada‘da kurulan grubun ilk günleri, grup üyelerinden Neil Smith ve Chris Vanderkooy‘un lise yıllarına dayanıyor. Birkaç liseli gencin müzikal projesi olarak ortaya çıkan Peach Pit, bugün Spotify’da 2 milyonun üzerinde aylık dinleyiciye sahip. Yakın bir arkadaş grubunun hikâyelerini dinlermiş gibi bir enerji yayan şarkılarıyla Peach Pit, kendi müzik tarzını “chewed bubblegum pop” şeklinde tanımlıyor. Sad pop, dream pop ve surf rock atmosferi barındıran eserlerinde; hikâye anlatan yumuşak vokaller ve dinamik gitar riffleri öne çıkıyor.
2014 yılında kurulmalarının ardından ilk EP’leri olan “Sweet FA” ile 2016’da çıkışlarını yaptılar. Sweet FA ile yakaladıkları ivmeyi kaybetmeden albüm hazırlıklarına başlayan grup, ilk albümleri olan “Being So Normal” ile 2017’de dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Albümde yer alan “Tommy’s Party”, “Alrighty Aphrodite” ve “Drop the Guillotine” gibi parçalar milyonlarca dinlenmeye ulaşarak grubun karakteristik tarzını da kanıtlamış oldu. Being So Normal ile adeta bir dönüm noktasından geçen Peach Pit, müzik severlerin ilgisini kazanarak ikinci stüdyo albümleri için çalışmaya başladı. 2020’de piyasaya sürdükleri ikinci albümleri “You and Your Friends”, grubun yaratıcı vizyonunu ileriye taşıyan tınılarla karşımıza çıkıyor. Bu albümün favorilerinden “Shampoo Bottles”, “Brian’s Movie” ve “Black Licorice” parçaları hem müzikal altyapısıyla hem de söz yazarlığı konusunda Peach Pit’in yeteneklerini kanıtlıyor. Eleştirmenlerin notlarından da başarıyla geçen bu albümün ardından bu sefer karşımıza “From 2 to 3″albümüyle çıkıyor grup. Dinleyenlerde adeta bir stres giderici ilaç etkisi yaratan 2022 yapımı bu albümde, “Give Up Baby Go”, “Up Granville” ve “Vickie” parçaları favoriler olarak öne çıkıyor. Önceki albümleri gibi bu albümde de grup, sizi aşk ve hayata dair ilgi çekici, zaman zaman iç karartıcı hikayelere götüren anekdot niteliğinde şarkı sözleriyle karşılıyor.
Samimi ve duygusal yönleriyle dinleyecide adeta bir bağımlılık yaratan, nostaljik ve hafif melankolik melodileriyle hikaye anlatıcılığını güçlendiren Peach Pit’in büyülü dünyasını keşfetmeye davetlisiniz!
Seçim: Zeynep Kezer
Haftanın Şarkısı
Frekansımızda bu hafta Halsey’nin dördüncü albümünün son parçası olan “Ya’aburnee” var. Hem eski partnerine hem de yeni doğan bebeğine yürekten yazmış olduğu bir aşk mektubu olan bu şarkı, albümün en duygusal şarkılarından biri sayılabilir. Şarkının adı Arapça bir deyimden esinlenilmiş. Türkçede bir kelime karşılığı olmasa da anlamı, yokluğunun acısına dayanamayacak kadar çok sevdiğin birisinden önce ölmeyi istemek olarak çevrilebilir. Halsey, sevdiklerinden önce ölme dileğini derin bir şekilde hissettiriyor bu ifade ile, çünkü onlarsız yaşamanın dayanılmaz olacağını biliyor.
Şarkı, sözlerinde ebeveynlerin yaşadığı çeşitli ve karmaşık duyguları da çok güzel bir şekilde yansıtıyor. Halsey, “I get undertones of sadness / When I think about the moments / That I never got to spend with you,” sözleriyle, daha önce çocuk sahibi olamamasının ve bazı değerli anları kaçırmış olmanın pişmanlığını anlatıyor. Bu üzüntüye rağmen, çocuğuna duyduğu heyecan ve sevgi öne çıkıyor.
Halsey aynı zamanda bu parçasında geçmiş çalışmalarına da göndermeler yapıyor; özellikle de ikinci albümü ”Hopeless Fountain Kingdom’‘ın sözleriyle bağlantılı olan “Cause the moon don’t pick sides” dizesinde. Ay’ı birçok şarkısında sembolik ve metaforik anlamlarıyla kullanan Halsey, bu şarkısında da çizgisinden ödün vermiyor. Bu göndermeyle birlikte şarkının anlatımını zenginleştirerek hayatın ve aşkın sürekli değişimini ve öngörülemezliğini hatırlatıyor.
“Ya’aburnee” aşkın, kaybın ve bizi en çok değer verdiklerimize bağlayan kalıcı bağların karmaşıklığını, birini canından bile çok sevmeyi özetleyen dokunaklı ve hassas bir parça.
”But what’s worse?
(Ama hangisi daha kötü olabilir ki?)
Tellin’ you my feelings
(Sana hislerimi söylemem mi?)
Or to die without revealing
(Yoksa hislerimi söyleyemeden ölmek mi?)”
Seçim: Ayşe Demir
Haftanın Müzik Videosu
Thomas Shelby‘i ekranlarda görmeyi özlediyseniz, bu müzik videosu tam da sizin için. Anthony Byrne yönetmenliğinde çekilen Pana-vision, Thomas Shelby üzerinden kişinin, yaşadığı uyanışı ele alıyor.
Sevdiklerini kaybetmenin üzüntüsü, onları koruyamamanın verdiği suçluluk ve pişmanlık gibi duyguların altında ezilen Shelby, ufak bir şans oyunu ile hayatına son vermeyi karar veriyor. Başıboş bir şekilde dolaştığını da göz önünde bulundurursak, kendiyle yaşadığı çatışmanın galibi ölüm oluyor. Ölmeden önce son kez sigarasından içmek isterken bizler de ekranda Grace, Polly ve John karakterlerinin fotoğraflarını görüyoruz. Grace ve John senaryo gereği ölseler de Polly karakterini canlandıran Helen McCrory, 2021 yılında vefat etmişti. Bu şekilde fotoğrafının yer almasıyla Polly karakterine bir saygı duruşunun yapılması oldukça hoş bir hareket.
Müzik videosunun sonuna yaklaşırken hep birlikte Thomas’ın kendisini öldürmesini bekliyoruz. Fakat “Like a newborn child” sözleriyle birlikte kulaklara küçük bir çocuğun sesi çalınıyor. Bakıyoruz ki Thomas’ın çocuğu kendisine doğru koşuyor. Farkında olmasa da küçük çocuk onun hayatını kurtarmıştı. Bu sayede bir yandan sevdiklerini kaybetmiş olsa da diğer yandan geride kalan sevdikleriyle beraber olması gerektiğini idrak ediyor, bir anlamda hayata yeniden başlıyor.
Bazen tıkandığımızı ve gidecek yolumuzun kalmadığını hissettiğimizde, bize destek olan, yol gösteren birileri veya bir şeyler mutlaka çıkar. Tam da vaktinde gelerek uyanmamızı ve hayata aynı gözlerle ama daha anlamı bakmamızı sağlarlar. Herkes, hayatında böyle bir insana ihtiyaç duyar.
Seçim: Damla Satıroğlu
Haftanın Albümü
Bu haftanın frekansında sizler için müziğin efsane isimlerinden Pink Floyd‘dan bir albüm geliyor. Klasikleşen albümlerinden birisi olan The Dark Side Of The Moon, 1973 yılında yayımlandı. Albümde yer alan şarkıların tamamının sözleri, Roger Waters tarafından yazıldı. Albüm, üzerinden elli sene geçmesine rağmen hâlen dünya çapında dinlenmektedir ve bu, kolay bir başarı değil.
Pink Floyd, Syd Barrett ile yaşadıkları karmaşık olayların üzerlerinde bıraktığı etkiyi bu albümle attı diyebiliriz. Grubun müzik dünyasındaki ikinci hayatının başladığı gün, albümün yayımlandığı gündür. Elbette buna, gruba David Gilmour’un da dahil olması büyük bir etkendi. Son değişikliklerle birlikte grup, kendi ruhunu keşfettikten sonra bu ruhu müziklerine de aktararak ilerledi.
Albüm, geniş çerçeveden bakıldığında insanın kendisini konu alıyor. Gittikçe daha modern bir dünyada yaşıyor olsak da bu modernliğin bizler üzerindeki etkisi de aynı düzeyde artıyor. Her bir şarkıda farklı başlıklar üzerinden, modernize yaşamın bizler üzerinde göremediğimiz ne gibi etkilerin olabileceğini anlatıyor. Elbette ki 1973 modern dünyası için geçerli bunlar. Günümüz için normalleştirilen veya yaygın olmasıyla alıştığımız birçok durum, elli sene önce sıra dışıydı. Tıpkı bizim garipsediklerimizin elli sene sonra normalleşeceği gibi.
Yazımızı, albümün kapanış sözleriyle birlikte noktalamak istiyoruz:
“There is no dark side of the moon, really. Matter of fact it’s all dark.
(Aslında ayın karanlık bir tarafı yoktur. Aslına bakılırsa her şey karanlıktır.)”
Seçim: Berrak Akson
Kaynakça:


