18. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da popülerleşen ve Romantizm hareketinin bir kolu olan Gotik kurgu, insanlığın en karanlık yönlerini vurgular. Orta Çağ‘ın estetiğinden ve mimarisinden ilham alan Gotik edebiyat, adını ürkütücü hikâye örgüsünün ortamı olarak kullandığı Gotik kalelerden, kiliselerden, harabelerden ve terk edilmiş mülklerden alır. Çoğunlukla çürüyen şatolar veya perili malikaneler gibi karanlık, gizemli mekanlarla tanınan Gotik edebiyat, korku, izolasyon ve doğaüstü gibi temalarını keşfeder. Gotik edebiyat, kendilerini ya da çevrelerini tehdit eden, doğaüstü varlıklarla karşı karşıya gelmek zorunda kalan, karanlık ve rahatsız edici karakterleri genellikle romantik bir hikâyede birleştiren bir edebiyat türüdür. Yeni yazarlar Gotik türüne katkıda bulundukça Güney Gotik, Gotik Romantizm, ve Modern Gotik gibi çok sayıda alt tür ortaya çıkmış; bunların hepsi gotik doğaüstü unsurlarını hikayelerine dahil etmişti.
Doğaüstü Unsurlar

Doğaüstü, Gotik romanların en belirgin temalarından biridir. Gotik romanlarda genellikle gizemli hayaletler, vampirler ve canavarlar gibi doğaüstü varlıklar ya da perili evler, açıklanamayan olaylar gibi unsurlar yer alır. Gerçeklik ve bilinmeyen arasındaki çizgi bulanıklaştıkça kendimizi doğaüstü unsurların büyüsüne daha çok kaptırırız. Bu tema gotik romanların karanlık ve rahatsız edici atmosferini yaratmada büyük bir rol oynar. Kahramanın peşini bırakmayan hayaletler, diğer korkunç yaratıklar veya cansız nesnelerin canlanması gibi dramatik ve şaşırtıcı olaylar okuyucuya eşsiz bir deneyim sunar.
Ann Radcliffe’in The Mysteries of Udolpho isimli eserinde gerilimi artıran açıklanamayan olaylarla dolu Gotik şato bu tema için iyi bir örnektir. Bazı eserlerde doğaüstü olaylar doğal bir şekilde açıklanırken, bazılarında ise olaylar gerçekten doğaüstüdür. Ancak doğaüstü unsurlar sadece ürperti ve heyecan yaratma amacıyla değil, aynı zamanda karmaşık insan duygularını ve sorunlarını keşfetmeye yarar. Örneğin, Henry James‘in The Turn of the Screw adlı eserindeki hayalet sadece ürkütücü bir varlık değildir. Kahramanın psikolojik dengesizliğini keşfetmek için bir araçtır. Doğaüstü unsurlar genellikle karakterlerin davranışlarını ve kaderlerini etkileyen lanetler veya kehanetler içerir. Bir örnek olarak Horace Walpole‘in The Castle of Otranto isimli eserinde hikâyenin trajik olaylarını yönlendiren bir kehanet sunulur. Doğaüstü, aynı zamanda toplumsal korkuları veya ahlaki ikilemleri temsil eder. Kabul edilmeyen ve suçluluk içeren karanlık arzular için bir metafor olabilir. Doğaüstü olaylar, genellikle gerçek ile hayal arasındaki sınırları bulanıklaştırarak, bilinçli ve bilinçdışı korkuları tetikler. Bu yolla insan ruhunun korkuları her yönüyle gün yüzüne serilir.
Ölüm ve Çürüme

Gotik romanlarda karşımıza çıkan bir diğer önemli tema ise ölüm ve çürümedir. Ölüm muhtemelen Gotik edebiyattaki en belirgin temadır. Gotik edebiyat, ölümün acımasız gerçekliğinden kaçmak yerine onu kucaklamayı tercih eder. Sık sık karakterlerin zamansız, trajik ölümlerle karşılaştığını hatta ölü olmasına rağmen huzuru bulmayı reddeden hayalet motifleriyle karşılaşırız. Ancak bu yalnızca fiziksel ölümle ilgili değildir. Ölüm kavramı, ahlaki çöküşe ve ruhsal ölüme de odaklanılır. Ölüm ve çürüme teması birlikte birçok farklı şekilde karşımıza çıkar. Ancak en iyi olarak genel bir yozlaşma ve çöküş duygusunun kaybını yansıtır. Bu tema, bir örnek olarak Horace Walpole’in The Castle of Otranto isimli eserinde karşımıza çıkan Otranto Şatosu’nun merkezinde yer alır. Romanda, hikâyenin geçtiği yer, dehşeti ve ölümü çağrıştırmak için inanılmaz derecede önemli bir araçtır. Böylece çürüyen bir toplumun imajını yaratır. Gotik kitaplarda karşımıza çürüyen yapılar, ölümlülüğün ve zamanın geçişinin çarpıcı bir hatırlatıcısı olarak hizmet eder. Ölüm, çürüme ve hayatın ve ahlakın kırılganlığı üzerine bir düşüncedir ve bu onu Gotik edebiyatta önemli bir tema haline getiren şeydir.
Korku ve Dehşet

Dehşet, psikolojiktir ve eseri okurken girdiğimiz beklenti durumuyla ilgilidir. Daha çok aslında ne olduğu değil de ne olabileceğine dair korku hissetmemize neden olur. Dehşet, belirsizlik üzerine kuruludur. Karakterler ve okuyucular olarak en kötüyü hayal ederiz; bu da korkumuzu daha derin bir hale getirir. Okuyucuyu veya karakterleri bir gerilim ve endişe durumunda tutar. Ann Radcliffe’in The Mysteries of Udolpho adlı eserinde ana karakter, açıklanamayan sesler ve ürkütücü mekanlarla karşılaşır; bu da şiddet veya kanlı sahnelere yer vermeyen bir korku ortamı yaratarak dehşet kavramına bir örnek oluşturur. Korku ise fiziksel ve ani bir duygudur. Genellikle grotesk, şok edici veya fiziksel olarak rahatsız edici unsurlar içerir. Rahatsız edici ve korkutucu olayları detaylandırarak bize sunar. Korku ve dehşet bir aradayken genellikle mekanla yakından ilişkilidir. Kasvetli şatolar, karanlık ormanlar ve izole manzaralar huzursuzluğumuzu arttırırken her yönüyle bizi korkutur. Emily Brontë’nin Wuthering Heights adlı eserinde, vahşi ve ürkütücü bozkırlar, öngörülemezlikleriyle rahatsız edici bir atmosfer yaratır. Edgar Allan Poe’nun The Fall of the House of Usher isimli hikayesinde çürüyen malikane ve sakinlerinin deliliğe düşüşü dehşet yaratırken, doruk noktasındaki mezar sahnesi korku ile şok etkisi yaratır. Grotesk betimlemeler ise korku ve dehşeti besleyen en önemli anlatı şekli olarak karşımıza çıkar.
İzolasyon Teması

İzolasyon ve beraberinde getirdiği yalnızlık Gotik romanlarda yaygın bir temadır. Genellikle ana karakterleri kendilerinden ve etraflarındakilerden gizleyecekleri benliklerinin çeşitli yönleriyle yüzleşmeye zorlar. İzolasyon, karakterin üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. İzole olma ve yalnızlaşma ile karakterlerin psikolojik ve duygusal mücadelelerini derinleşir. Gotik romanlarda karakterlerin genellikle klostrofobik alanlarda fiziksel olarak hapsedildiğini gördüğümüzde bu durum onların psikolojik veya duygusal hapsini sembolize eder. Charlotte Perkins Gilman‘in The Yellow Wallpaper eserine baktığımızda, sarı duvar kağıtlı odada hapsedilen ana karakter psikolojik anlamda kendini kaybetmeye başlar. Bu durum gotik temayı güçlendirir. Ana karakterin dinlenme tedavisi adı altında tek bir odada zorunlu olarak hapsedilmesi; aynı zamanda kadınların toplumsal baskılarını ve zihinsel çöküşe yol açan izolasyonu sembolize eder. Fiziksel izolasyonu daha derinden ele aldığımızda karakterler genellikle kaleler, zindanlar veya ıssız araziler gibi uzak veya kapalı mekanlara yerleştirilir. Bu izole olma durumu yalnızlık duygularını artırır. Mary Shelley’nin Frankenstein isimli eserinde Victor’ın, Kuzey Kutbu ve İsviçre Alpleri gibi uzak yerlere kaçması insanlıktan duygusal olarak kopuşunu simgeler. Bir diğer yandan duygusal izolasyon, karakterlerin paylaşılamayan deneyimler, travmatik olaylar veya kendi sırları nedeniyle çevrelerinden duygusal olarak kopuk hissetmeleri nedeniyle ortaya çıkar. Bu kuvvetli duygusal etki, fiziksel olarak yalnız olmasalar bile yalnızlık duygusunu hissetmelerine neden olarak onları dibe çeker. Charlotte Brontë’nin Jane Eyre adlı eserinde Jane’nin, Rochester’a duyduğu aşk ile ahlaki prensipleri arasında sıkışıp kalarak yalnızlık hissetmesi bu duruma iyi bir örnek olabilir. Bazı karakterler ise davranışları, görünüşleri veya doğaüstü bağlantıları nedeniyle toplum tarafından dışlanır veya hor görülür. Bu reddedilme, onların yabancılaşma hislerini tetiklerden yalnızlıklarını derinleştirir ve bazen öfkeye veya intikama yol açarak toplumdan izole olmaya iter. Emily Brontë‘nin Uğultulu Tepeler eserinde, yetim bir çocuk olan Heathcliff, diğer karakterler tarafından dışlanarak yalnızlık ve saplantılı davranışlara sürüklenir. İzolasyonun neden olduğu tüm kötü etkiler Gotik romanlarda karşımıza çıkar.
Delilik Motifi

Psikolojik rahatsızlıklarla birlikte incelenebilen bu tema, insan zihninin dayanma gücünü ortaya koyar. Korku, suçluluk ve izolasyonun derin etkilerini işler. Delilik motifi Gotik Edebiyat için oldukça önemlidir. Gotik eserlerde güvenilmez anlatıcı ile ortaya çıkan gerçeklik algısını yitiren karakterler, parçalanmış ve çarpıtılmış bakış açıları sunarak okuyucunun doğruluğu sorgulamasına neden olur. Anlatıcının yarattığı bu belirsizlik, gerilimi ve gizemi arttırarak bizi neye güveneceğimiz konusunda şüphe duymamız konusunda uyarır. Bir örnek olarak Edgar Allan Poe‘nun The Tell-Tale Heart adlı hikayesinde, anlatıcı akıl sağlığının yerinde olduğunu iddia ederken cinayeti itiraf eder. Bu da onun sözleriyle dengesiz davranışları arasındaki çarpıcı tezat ortaya çıkararak hikâye akışını bulandırır.
Travma, suçluluk veya doğaüstü güçlere uzun süre maruz kalma gibi unsurlar da karakterleri deliliğe sürükleyen durumlara örnek gösterilebilir. Duygusal dalgalanmalar ve korku, travmatik olayları tekrar tekrar yaşamalarına yol açar. Örnek olarak Shakespeare’in Macbeth eserinde, Lady Macbeth’in işlenen cinayetler üzerindeki suçluluğu, hayali kan lekelerini görmesine neden olur. Bir diğer yandan, Doppelgänger Motifi gotik romanlarda karşımıza çıkan bir diğer delilik unsurudur. Bölünmüş kişilikler veya ikiz karakterler, karakterlerin içsel çatışmalarını ve deliliğe sürüklenmelerini temsil eder. Robert Louis Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde isimli eserinde, Hyde, Jekyll’ın bastırılmış karanlık içgüdülerini simgeler. Delilik teması, genellikle akıl sağlığı ve toplumsal beklentilerle ilgili etiketlemeleri eleştirerek, akıl ve delilik arasındaki ilişkinin önemli yönlerine değinir. Delilik, akıl sağlığına dair önyargıları sorgulamak için bir araç olarak da görülebilir. Karakterlerin bastırılmış korkularını ve çatışmalarını keşfetmek için harika bir unsurken, onların en derin savunmasızlıklarını ortaya çıkarır. Karakterlerin gördüğü doğaüstü varlıklar veya sanrılar, genellikle içsel mücadelelerini ve korkularını yansıtır. Delilik teması, Gotik romanların karanlık ve bunaltıcı tonunu güçlendirerek bizi ilgi çekici karakterlerin keşfedilmemiş gizemlerini keşfetmeye sürükler.
Kaynakça
”Gothic Fiction: Definition, Authors and Books” Web. 20.11.2024.
”Common Themes in Gothic Literature” Web. 20.11.2024.
”Gothic Fiction: Themes and Key Elements” Web. 20.11.2024.
Daisie Team, ”Exploring 8 Key Themes in Gothic Literature” Web. 20.11.2024.


