Yönetmenliğini Alkan Avcıoğlu’nun yapmış olduğu tamamı yapay zekâ ile üretilen ilk uzun metrajlı belgesel film olan Gerçek Ötesi (Post Truth), 11 Temmuz’da vizyona girdi. İlk gösterimlerinden birine Kadıköy Sinema’sında katıldım ve film sonrasında soru-cevap kısmında seyircilerin de fikirlerini duyma şansım oldu.
Gerçek Nasıl Aktarılabilir?

Filmi internette ilk gördüğümde tamamı yapay zekâ ile üretilen bir belgesel fikri çoğu insana olduğu gibi bana da inanması güç geldi. Genellikle anladığımız şekilde belgeseller her bir güç ilişkilerinden sıyrılmış ve tek amacı “hakikati” göstermek olan araçlardan biri. Filmin hem belgesel olarak adlandırıldığı hem de yapay zekâ ile yapıldığı için bu tezatlığın nasıl çalışacağından pek emin olamamıştım fakat filmi izledikten sonra bu seçimi çok yerinde buldum. Yönetmenin soru cevap kısmında da dediği gibi artık gerçeği gerçekle anlatmanın yeterli olmadığı noktada özellikle de bu konuyu yapay zekâ ile ele almak zengin bir ironi katıyor.
Baş Döndürücülüğün Sınırı Ne?

Öncelikle film genel anlamda içinde yaşadığımız çağda gerçeklikle nasıl ilişkilendiğimizi sorguluyor. Bu ilişkilenmeye odaklanırken aynı zamanda kavramsal olarak gerçekliğin ne olduğunu da düşündürüyor. Konusu ancak böylesine geniş biçimde tanımlanabilir çünkü filmi izlerken aşırı derecede bilgi bombardımanına maruz kalıyorsunuz. Her şeyi anlatmış olmak adına sıkışmış bir argüman sunuyor. Filmden çıktıktan sonra bile aklımda bahsedilen birçok olay ve isimden yalnızca iki ya da üç tanesi kaldı. Herhangi bir belgeseli izleyip anlatılan her şeyi sünger gibi çekmeyi ummak gerçekçi olmasa da film bittiği anda bile zihnimde sadece kocaman bir yumağın kalması verilen onca örneğin değerini sorgulatıyor. Filmi izlerken herhangi ünlü birinin sözü ya da sosyal bilimcinin teorisi verildikten sonra seyircinin bunu sindirmesine imkan tanınmıyor. Görseller tek başına bile oldukça etkileyiciyken anlamlı bir bağlama oturtma çabasıyla bir sürü teori ve örnek yığılmış ama seyirci izlerken maalesef bunları içselleştiremiyor. Film başlamadan kemerlerimizi sıkı bağlamamız söylendi fakat ilk kırk dakikada tazeliği kaçan bu ardı arkası kesilmeyen bilgi akışı bir yerden sonra başımı çevirme ihtiyacına dönüştü.
Güvensizlik Estetiği mi, Anlatı Zaafı mı?

Tam da bu noktada anlatımın bombardıman halinden de taşıp takip edilemeyen bir anlatıya dönüşmesinin ne derecede bilinçli olduğunu düşündüm. Elbette konusu gerçekliğe olan güvensiz tutumumuz olan filmin sakince akmasını beklemek yanlış olurdu ki bence pek de zevkli olmazdı. Fakat tüm bu dediklerim verilerin zeminsiz şekilde peş peşe eklenip düşünmeye zaman tanımayan bir anlatıyı açıklamaya yetmiyor. Çağın güvensizliği ve sürekli akışta olma hali zaten görsellerle ve ses tasarımıyla gayet yeterli biçimde hissediliyor. Sıralanan isimler arasında hatırlayabildiklerimden biri Weber ve kendisinin ”bürokrasinin demir parmaklığı” olarak adlandırdığı durum anlatılıyordu. Bir yerden sonra her verilen yeni isim ve teori (ya da örnekten) sonra filmin sürekli kendini hakikatte temellendirme çabasına giriştiğini düşündüm.
Filmde hız, güvensizlik ve doğru olmadığını bilsek bile bilgilerin peşinden sürüklenmemiz eleştirel bir dille ele alınsa da maalesef filmin kendisi eleştirdiği şeyin yerine geçiyor. Duyulan birçok örnek ve bilgi ortaya anlamlı bir görsel yerine bilgi kirliliğine teğet geçen bir yere evriliyor. Tedirgin hissetmenin dışında ne nasıl anlatıldı, ne dendi takip edilemiyor. Günlük hayatımıza benzese de bunu ironi ya da bir tercih olarak görmek epey zor çünkü bahsettiğim şey baştan sona durmaksızın oluyor. Sadece belirli yerlerde tedirginliği bir üst seviyeye çıkarmak için gaza basılsa böyle hissetmezdim.
Akışkan Modernite Çağında Bilgi, Panik ve Anlam Arayışı

Filmin eş zamanlı olarak hem görsel hem işitsel hem de anlatıdaki didaktik ve hızlı hâli aslında günlük hayattan aşina olduğumuz bir hissi uyandırıyor. Sürekli koltuğumda kıpırdanıp rahatlamak ümidiyle arada bir derin nefes alma ihtiyacı duydum. Filmde bu durumu çok iyi özetleyen bir cümle vardı: Sabah kalkıp sosyal medyaya girersin daha kahvaltı olmadan dünya zaten üç kere yok olmuştur. Ülkemizde olanları takip etmek her bakımdan yıpratıcıyken, bu çağın insanları olarak dünyanın her yerinde yaşananları da öğrenmek istiyoruz. Farkında olmak ve gündemi takip etmek belki de geçmişe göre daha büyük önem taşıyor fakat öğrenebileceğimizden fazla bilgiye her an erişim sağlayabilmek bitmek bilmeyen bir panik yaratıyor. Panik halinin bireysel psikolojide oluşturduğu etkinin yanı sıra toplumsal bir önemi de var. Sosyolog Zygmunt Bauman’ın bu konuda faydalı bir bakış sağlayan çalışması ise Akışkan Modernite isimli eseri.
Zygmunt Bauman akışkan moderniteyi kavramsallaştırırken filmde de söz edilen birçok durumu ele alıyor: bireyselleşme, özgürlüklerle beraber gelen güvensizlik duygusu, belirsizlik ve kimliklerin, normların geçicileşmesi. Bauman akışkan moderniteyi bağların kopuşu, tutarsızlık ve umutsuz bir kovalamaca dönemi olarak tanımlıyor. (Bauman 120) Bence Bauman’ın yazdıkları okuduktan sonra “Dünya’nın sonu geldi, artık insanlık her şeyi tüketti.” söylemlerinin yarattığı panikten çıkmış oluyorsunuz. Moderniteyi zaman-mekân ve bireyselleşme-küreselleşme ikilikleri üzerinden tarihsel bağlama oturtup incelediği için, şu anı tarihsel sürecin içinde bir kırılma anı olarak görmek kolaylaşıyor. Açıkçası filmi izlerken çoğu yerde dünyanın sonu geldi, modernite yaramadı, post-modernite hiç yaramadı söylemleriyle boğulmuş hissettim. Çok basit bir biçimde Bauman’dan sunduğum argümanın içine daldıkça insan panik duygusundan sıyrılıp daha iyi bir okuma yapabiliyor. Filmin hissettirdiği panik halinden çıkmanın yolu, onun üzerine Bauman’la düşünmek olabilir.
Filmin fragmanını izlemek isteyenler için:
Kaynakça:
Avcıoğlu, Alkan, director. Gerçek Ötesi [Post Truth]. Başka Sinema, 11 July 2025.
Bauman, Zygmunt. Liquid Modernity. Polity Press, 2000. Erişim Tarihi: 16.07.2025


