Fransız Edebiyatı’na Nereden Başlamalıyız?

Arşiv
Arşiv
Söylenti Dergi'de geçmiş zamanda yazar olan dostlarımızın eserleri bu hesapta arşivlenmektedir. Yazar onayı olduğu sürece kaynak göstererek kullanmak serbesttir.
spot_img
Editör:
Caner Çetin
spot_img

Fransız Edebiyatı 17.yy. dan bugüne kadar birçok yazarı ve dünyadaki yazarlar ile birlikte birçok sanatçıyı etkiler. Tüm avrupada önemli bir yeri olan Fransız Edebiyatı yazarları; romantizm, klasizm, sembolizm ve realizm gibi edebi akımlara eserlerinde yer verir.

Fransız Edebiyatı Hakkında

Edebiyatın ve dolayısıyla sanatın evrenselliği söz konusuyken dünyada, bu edebi eserlerin, bazı özellikleriyle birbirinden ayrıldıklarını görürüz. Fransız Edebiyatı’nda bu farklılık, kendini kurgu ile gösterir. Yazarların anlatmak istediği düşünce; karakterler üzerinden, olaylar ise hikayeler üzerinden güçlü bir şekilde kurgulanır ve bu durum okura sıra dışı bir deneyim sağlar.

Voltaire, Victor Hugo, Alexandre Dumas ve pek çok isim bu edebiyatın öncülerinden ve özgün yazarlarındandır. Dönemlerinde en çok konuşulan şu anda da en çok okunan yazarlardan olan bu isimler sadece Fransa’da değil, dünya edebiyatında da en önemli isimlerdir. Fransız edebiyatı yazarları ele aldıkları, siyasi, sosyoekonomik ve toplumsal tüm konuları okuyucuyla bir diyalog halinde gerçekleştirir. Benzersiz yazarlara ek olarak üç isim söylemek mümkün; Simone De Beauvoir, Milan Kundera ve Albert Camus.

Simone De Beauvoir

Dünya edebiyatının en güçlü kadın yazarlarından biri Simone De Beauvoir. 1943 yılında yayımlanan Konuk Kız Beauvoir’in ilk eseri. Fakat en önemli eseri, düşünce alanında feminist hareketin başyapıtı olan İkinci Cinsiyet’ tir. İlk romanının üzerinden altı yıl geçer, daha sonra bu romanı yazar Beauvoir.

İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’da geçen Konuk Kız romanında; üç arkadaşın, savaşta verdiği özgürlük mücadelesini, ilişkilerini, aşklarını Beauvoir’in akıcı anlatımıyla okuyoruz. Bu roman Fransa, Almanya’nın işgali altındayken yayımlandı. İkinci Dünya Savaşı’nın kitaptaki ve karakterler üzerindeki etkisini görmek mümkün. “Konuk Kız” savaş yaklaşırken Paris’te bir tiyatroyu ayakta tutmaya çalışan Pierre ve Françoise’ in ve onlarla yaşamaya çalışan bir kadının hikayesi. Yazar dönemin baskıcı tutumuna ve yerleşik yargılarına çok uzakta. Tam bu esnada da Beauvoir ve benimsediği bireysel özgürlükle ilgili ipuçları buluyoruz kitapta.

“İnsanın hayatı hakkında söyleyecekleri bana hep sözcüklerden ibaretmiş gibi geliyor.”

“Fikir kuramsal kalıyorsa eğer, işe yaramaz.”

Etik değerlerin, bireysel değerler olduğunu savunur yazar, yani her ne kadar toplumun birer üyesi olarak yaşamda yer alsak da, yaşamamızı sürdürebilmemizin kendi etik değerlerimizle mümkün olduğunu anlatır .Her kelimesinde değil, ara ara okurun afallamasına neden olan bazı cümlelerle, ortaya koyduğu düşüncelerle yapar bunu.

Edebiyatta ‘sorgu’ vardır ve insan en çok kendini sorgular yaşamında. Beauvoir okuduğunuzda kendinize şu soruları sorarsınız: “Yaşadığım hayatta ne kadar özgürüm?” ya da “Özgürlüğümü kendi yaşamım içinde nasıl biçimlendiriyorum?”.

 

Milan Kundera

Çek asıllı Fransız yazar, 1968’de Prag’daki ayaklanmalar sonucu Fransa’ya gidiyor. Bu dönemdeki birçok entelektüel yazar gibi. 1969’ da yazdığı Gülünesi Aşklar yazısıyla tanınır Kundera. En çok konuşulan eseri hepimizin bildiği gibi 1984’te yayımladığı Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ dir.

Kundera, toplumcu bir yazar değildir. Bireysel konuları ele alır. Buna rağmen sosyoloji ve ideoloji ile ilgili konular romanlarında sık sık karşımıza çıkar. Anlatım dilinde oldukça cesur ve korkusuz bir yazar. Okuyucuya kim olduğunu, nerede saklandığını açık açık hissettirir. Bu yönüyle okuması, keşfetmesi kolay biri değil. Fakat okuyucularına, eserlerinde, onu ciddiye almamamız gerektiğini söyler. Kundera, ciddiyetin; hayatta da, edebiyatta da, romanda da uzağında durur. Kitaplarında bir anlatıcı vardır ve her şeyi gözlemler, gözlemlediklerini hiç çekinmeden direkt olarak bizlerle paylaşır. Sonrasında kendimizle ilgili birçok soru sormamızı ve bu soruları cevaplamamızı sağlar. Kundera okurken yeni tanıştığımız birine içimizi dökmüş gibi hissederiz. İlk olarak bu bizi rahatsız eder fakat sonrasında inanılmaz rahatlamış ve güvende hissettirir.

Eserlerinden, kendi hayatında hissettiklerinden ilk kez bu kadar çıplak bahsettiği Bilmemek’ i inceleyebiliriz. Bu roman 1968’de Prag’daki ayaklanmalar sonucu Paris’e yerleşen Irena’nın hayatını ve hayatındaki değişimlere rağmen ona geçmişini hatırlatan olaylar zincirini konu alır. Irena aşık olduğu adamın ölümüyle yalnız kalır. Paris’i benimsemeye çalışırken kendi ülkesine olan özlemini ve içinde hapsolduğu tüm duyguları tek başına yaşar. Daha sonrasında soğuk savaşın bitmesiyle, ülkesine sık sık ziyaretlerde bulunur. Bu yolculukların birinde Josef’le tanışır. Josef ona geçmişe dair birçok hissi yeniden yaşatır.

“Bilmemek” hayatımızda yaşadığımız, yaşamak zorunda kaldığımız, olayları atlatmaya çalışırken, yani bambaşka bir hayata yönelmişken, içimizde sakladığımız duyguların yeniden ortaya çıkışını anlatıyor. Bu romanın önemi şu ki; Milan Kundera, kendi yaşamını ve yaşadığı özlem duygusunu ilk kez anlatır Bilmemek’te. Aslında bu tarihi olayın hem eleştirisini yapar, hem de ülkesinden ayrılma mecburiyetinde kalan tüm insanların, dünyanın herhangi bir yerinde yaşadıklarında ne kadar yalnız olduklarını, aidiyet duygusundan ne kadar uzak olduklarını anlatır.

“Aşk, şimdiki zamanın coşkuyla yükseltilmesidir.”

“Ardımızda bıraktığımız zaman daha geniştir, bizi geri dönmeye çağıran ses daha karşı konulmazdır.”

Yaşanan tarihi olayların, sanatçılar üzerindeki etkisini fark ettiğimizde, eğer bir yerden bir sanatçı göç etmek zorunda kalıyorsa ,bu o sanatçının doğduğu ülkenin en büyük kültürel kaybı olur. Bu durumun dünyadaki en büyük örneklerinden biridir Kundera. Kendisini geçtiğimiz günlerde kaybetmemize rağmen; fikirleriyle ve tespitleriyle birçok insanın hayatına dokunmaya devam ediyor. Yaşamaktan, özgür kalmaktan, ifade etmekten asla vazgeçmedi Kundera tüm yaşamı boyunca. Ama onun bu özgürlüğü kendi hayatından çok fazlasına sığdıramayacağı kadar büyük, şimdi ve gelecekte ondan çok söz edeceğimizi biliyorum. Düşüncelerini sadece yaşadığı coğrafya için değil, özgürce yaşamaktan mahrum bırakılmış, tüm insanlar için yazdı.

Albert Camus

Camus, 1913 yılında Cezayir‘ de dünyaya geldi. Felsefe öğrenimini alırken eğitimini yarıda bırakarak Paris’e gitti ve ilk yayınlarını yayımladı. Eserlerinde varoluş felsefesini benimseyen yazar, bu kavramı farklı bir açıdan yorumlar. Yazar yaşadığı döneme ait; yaşam içindeki ahlaki, toplumsal bazen de siyasi olayları bireysel açıdan sorgulayan, başkaldıran bir tavıra sahiptir. Bu yüzden özgünlüğünü hiç yitirmediğini ve pek çok okuyucu tarafından sevildiğini söyleyebiliriz Camus’un.

1957’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü “Düşüş“ isimli eseriyle aldı. Ayrıca büyük yankı uyandırmış Yabancı adlı eseri; Meursault isimli ana karakterin annesinin ölümünden sonra yaşadığı olaylara karşı tepkisizliğini anlatır. Camus burada karakterin yaşadığı olayları okurun tüm hayatında özümsemesini ister ve ana karakterin bu tepkisi hikaye boyunca hayata geçirdiği her adımda onu takip eder ve bambaşka eylemleri beraberinde getirir.

“Kaderim, benim fikrim alınmadan yazılıyordu.”

“Yüreğin belleği vardır.”

Camus, hayatı olduğu gibi kabul etmez hiçbir zaman. Sorgular, bizim onu en kayıtsız sandığımız anlarda bile sorgulamaktan ve cevap almaktan aynı zamanda da cevap vermekten kaçınmaz. 1960 yılında bir araba kazasında yaşamını yitiren Camus, günümüzde en çok merak edilen ve okunan yazarlar arasında ve Fransız Edebiyatı’na yeni başlayanlar için de bir rehber. Üstelik kahvenizi yudumlarken size eşlik edecek kadar da mütevazı bir yazar.


Kaynakça:

  • Yabancı / Albert Camus Can Yayınları
  • Düşüş / Albert Camus  Can Yayınları
  • Konuk Kız / Simon De Beauvoir Everest
  • Bilmemek / Milan Kundera Can Yayınları

 

spot_img

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Frankenstein Canavarının 90 yıllık Evrimi: Sinemada 8 Farklı Görünüm

1931'deki hantal Karloff'tan 2025'in duygusal Jacob Elordi'sine... Frankenstein canavarının sinema tarihinde Gotik edebiyat mirasını nasıl dönüştürdüğünü keşfedin.

Müzik Festivallerinin Peşinde Avrupa Turu

Avrupa'nın önde gelen müzik festivalleri ile yaz boyunca geziyoruz.

S.D.B.D.A. Veyahut Yan Yana Film İncelemesi: Birlikteliğin Birleştirici Gücü

Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in başrolde olduğu Yan Yana, farklı dünyalardan gelen iki adamın mizah ve içtenlikle kurduğu dönüştürücü bağı etkileyici biçimde anlatıyor.

Boyarken Düşünmek: Sanatla Zihinsel Arınma

Modern çağın zihinsel gürültüsünü durdurmanın yollarından biri boyamaktır. Sanatla akışa girmek, kaygıyı azaltıp, derinlemesine odaklanma ile aracılığıyla zihinsel arınmayı mümkün kılar.

Dire Straits – Brothers In Arms: Bir Savaş Eleştirisi

Klavye ve gitarın ikonik ismi Dire Straits'in Brothers In Arms ile sunduğu savaş karşıtı bakış açısını inceledik!

Haunted Hotel Dizi Analizi: Ölüm ve Yaşam Arasında Alaycı Bir İşletme

Korku ile komedi türlerini harmanlayan Matt Roller, izleyicilere yepyeni bir fantastik evren sunuyor.

Frankenstein Filmine Referans Olan Tablolar

Frankenstein filmi yalnızca konusuyla değil, sanatsal yanıyla da bizlere çok şey anlatıyor.

TikTok’un Kütüphanesi: BookTok’ta Popüler Olan 10 Kitap

BookTok, kullanıcıların kısa videolarla paylaştığı bir dijital kitap topluluğu haline gelmiş ve bir kitabın popülerliğini hızla arttıran bir platform olmuştur.

Kayayı Delen İncir Aslında Ne Anlatıyor?

Kayayı Delen İncir, Turgut Uyar’ın 1982 yılında, ilk kez Karacan Yayınları tarafından yayımlanan ve aynı yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan şiir kitabıdır.

Julianus: Son Pagan Bizans İmparatoru

Roma'nın dinden dönen imparatoru Julianus’un Paganizmi canlandırma çabaları, askeri zaferleri ve tartışmalı politikalarıyla bıraktığı mirasın izini süren bir portre.