“Gelmiş geçmiş en iyi Frankenstein’ı yapmayı hayal ediyorum”…
Guillermo Del Toro’nun yıllar önce bir röportajında söylediği bu sözler bugün Shelley’nin 200 yıllık gotik yaratığı kadar kanlı canlı karşımızda! Yönetmenin hayali gerçek oldu ve sinemanın var olduğu günden bu yana film yapımcılarını büyüleyen gotik kurgu türündeki Frankenstein; ya da Modern Prometheus, nihayet film versiyonu olarak kabul edilebilecek bir versiyona kavuştu!!!
Mary Shelley‘nin Frankenstein‘ı sayısız uyarlamaya ve yeniden yorumlamaya ilham kaynağı olmuş en sevilen romanlardan biri ve bu hikaye, nesiller boyu yazarları ve bilim insanlarını etkilemiş, yeni icatlara ilham vermiş; yaratıcılık, hayal gücü, korku ve insanlık hakkında nasıl konuştuğumuzun temel taşı haline gelmiş bir hikaye… James Whale‘in 1931 yapımı Frankenstein‘ı gibi filmlere ilham kaynağı olan bu hikayenin, Kenneth Branagh‘ın 1994 tarihli “Mary Shelley’nin Frankenstein’ı” gibi orijinal metne daha sadık yeniden anlatımları da mevcut.
Guillermo del Toro’nun filmi ise, Victor Frankenstein’ın yaratma tutkusunu yalnızca bilimsel merakla değil, duygusal bir boşlukla da ilişkilendiriyor, böylece eseri hem tarihsel bağlama sadık kılıyor hem de bugünün izleyicisine hitap edecek yeni bir katman ekliyor. Yıllardır del Toro’nun zihin labirentlerinde yaşayan Yaratık, laboratuvarın soğuk ışıklarından usulca çıkıp karşımıza dikiliyor… Yönetmenin karanlık masallar evreninde hayat bulan Frankenstein, artık bir korku ikonundan çok daha fazlası: kırılgan, öfkeli, merhamet arayan bir varlık… Del Toro, izleyiciyi canavarın karşısında değil, yanında durmaya zorlayan bir bakış açısı sunuyor.
Dikkat! Yazının tamamı spoiler içermektedir.
Yaratan ve Yaratılan

Frankenstein aslında iki adamın hikayesi: Victor Frankenstein (Oscar Isaac) ve yarattığı eser (Jacob Elordi). Victor, hayatı annesinin ölümü ve babasının baskılarıyla şekillenen azimli bir bilim insanı ve tıp doktorudur. Travmaları onu ölümün üstesinden gelmek için amansız bir arayışa sürüklüyor: Ölümlülüğü yenmek… Diğer adam ise kısaca Yaratık olarak bildiğimiz eseri, Victor’un takıntısının, dehasının ve başarısının yaşayan sonucudur. Del Toro’nun versiyonu, önce çocukluk, ardından yetişkin olarak deneyimlerimizin aile içindeki ve toplumdaki yerimizi, kim olduğumuzu nasıl şekillendirdiğini derinlemesine inceliyor. Her iki adamın da korku, şefkat ve şiddetle nasıl mücadele ettiğini izlerken, hikayelerinin birbirini yansıttığını görüyoruz.
Bu uyarlamada özellikle iyi işleyen şey, Guillermo del Toro’nun hikayeyi iç içe geçmiş üç kronolojik bölüme ayırması. Birinci bölüm, filmi açıp kapatan ve tüm anlatıyı birbirine bağlayan Victor ve Yaratık arasındaki günümüzdeki yüzleşmedir. İkinci bölüm, Victor’un bakış açısından çocukluğundan günümüze kadar olan sürecin anlatıldığı kısım. Ailesiyle geçirdiği gelişim yıllarını, küçük kardeşi William (Felix Kammerer) ve Elizabeth (Mia Goth) ile yetişkinlik dönemlerini ve hayatını tanımlayan profesyonel çalışmaları görüyoruz. Üçüncü bölüm ise Yaratık’ın bakış açısından, hayata getirildikten sonra neler olduğunu ortaya koyuyor. Dünyanın ona verdiği tepkiyi, kafa karışıklığını, acımasızlığı ve kendine dair anlayışını ve nasıl görüldüğünü şekillendiren deneyimleri izliyoruz. Böylece hem yaratanın hem de yaratılanın bakış açısında tuhaf bir deneyim yaşıyoruz. Önce başımız Olympos’a değiyor sonra dünyaya düşüyoruz…
Canavar ya da İnsan?

Victor’un ölümü fethetme takıntısı, hayatının her anını yönlendiriyor. Guillermo del Toro, farklı olanları reddeden bir dünyada yaşam yaratmanın ne anlama geldiğini keşfetmek için, insan olmanın, hayatta olmanın ve istenmeyen olmanın ne anlama geldiğini de sorguluyor. Filmde hassasiyetle vurgulanan bu güçlü temalar Shelley’nin hikayesini birebir yaratmaya çalışmıyor, bunun yerine yalnızlık, hırs, ebeveyn-çocuk ilişkisi gibi hikayenin ardındaki fikirleri uyarlıyor. Sonuç ise diğer Frankenstein uyarlamalarında Yaratık’ın ulaştığı insanlığın genişlemiş hali: Yaratık; babasının sevgisini, onayını kazanamayan bir çocuk gibi hissettiriyor ve varlığı hem dehşet hem de sempati uyandırıyor. Her yeni deneyimiyle gelişen ahlaki bir merkeze sahip ve bu da yaralarına rağmen insanlığını görmezden gelmeyi imkansız kılıyor.
Aynı zamanda del Toro, film boyunca Yaratık’ın Victor tarafından öldürülme girişiminin ardından gerçekleşen iç diyaloglarının yanı sıra hayvanlar, insanlar ve doğayla çevrili sahnelere de yer veriyor. Böylece Yaratık’ın şiddet yanlısı özelliklerinin iğrenç bir yaratık olmasından değil, daha çok onu olduğu gibi kabul etmeyen ve sadece var olduğu için bir canavar olarak gören çevresinin bir ürünü olmasından kaynaklandığını gösteriyor (ki bu da toplum ve şiddet hakkında çok fazla şey söylüyor).
Del Toro’nun versiyonu korkudan ziyade karakter gelişimine odaklanıyor. Kanlı anlar olsa da asıl korku, hikayenin duygusal ve ahlaki ağırlığından geliyor. Toplumun bilinmeyene verdiği tepkiyi ve ebeveynlerin beklentileri karşılamayan çocuklarını nasıl reddettiğini yansıtıyor. Yönetmen aynı zamanda izleyicilerin Frankenstein mitini zaten bildiğinin farkında. Şimşekleri, laboratuvarı ve “Yaşıyor!” haykırışlarını sayısız kez gördük. Del Toro, bu bilindik şeyleri tekrarlamak yerine, Victor ve yarattığı Yaratık arasındaki ilişki aracılığıyla kendi insanlığımızı sorgulamamıza neden olan daha iç gözlemsel bir şey sunuyor.
Gotik Evrenin Sakinleri

Oscar Isaac, Victor rolünde iyi bir iş çıkarıyor. Performansı, Victor’ın kibri ve takıntısına yaslanıyor; bu da onu daha az sempatik, mesafeli ve biraz katlanılmaz kılıyor. Jacob Elordi ise Yaratık rolünde olağanüstü! Babası tarafından bir canavara dönüştürülmüş, öfkeli, yüzü çirkin bir çocuk-adam karakterine kolayca indirgenebilecek bir karaktere kırılganlık, acı ve zeka katıyor. Beden dili ve gözleri, diyaloglar kadar hikayeyi anlatıyor ve var olması hiç beklenmeyen bu tuhaf varlığı önemsemek, görmek ve ona iyi davranmak istiyoruz. Bu anlamda Elordi, canavarın zekasını, hassasiyetini ve doğuştan gelen nezaketini aktarmada harika!
Hem Elizabeth hem de Victor’un annesi rolündeki Mia Goth (Bu iki rol Victor’un annesi gibi bir kadına aşık olması mesajını vermede çok başarılı) rolü için görsel olarak mükemmel. Hem Victor hem de Yaratık ile olan ilişkisi, çatışmanın katalizörü haline geliyor çünkü aralarındaki çatışmayı körükleyen kıskançlık ve arzuyu uyandırıyor. Gotik dünyanın kasvetli grisinde gençliğin ve güzelliğin fiziksel simgesi olarak kendini bu dünyaya ait hissetmediğini belirtiyor… Film boyunca etrafındaki yaşamı sürekli besleyip önemseyen Elizabeth, sık sık canlı mavi ve yeşil tonlarıyla gösteriliyor ve bu da Victor’ın çoğunlukla siyah olan kıyafetiyle güçlü bir tezat oluşturuyor. Bu kostüm tasarımı, yaşam yaratmanın ne anlama geldiğine dair ikisinin farklı görüşlerini ustalıkla vurguluyor.
Referanslarla Dolu Görsel Şölen

Dan Laustsen’ın göz alıcı ve etkileyici sinematografisi, Alexandre Desplat’ın etkileyici müzikleri ve Tamara Deverell’in mükemmel prodüksiyon tasarımıyla Frankenstein, tartışmasız bu yıl göreceğiniz en güzel filmlerden biri. Gotik manzaralardan Viktorya Dönemi’nin soluk renk paletine kadar her sahne titizlikle işlenmiş. Mimari, aydınlatma ve kostümler, filmin karanlık güzelliğine katkıda bulunuyor. Yaratık’ın vücudundaki dikişler karmaşık ve sanatsal. Grotesk dikişler yerine, çizgiler pürüzsüz, yuvarlak ve bu çizgiler Yaratık’ın cildini bir sanat eserine dönüştüren mistik desenler oluşturuyor. Filmin en etkileyici yönlerinden bir başkası da sanat eserlerine yapılan referanslar! Michelangelo, Caravaggio, Velázquez ve daha bir çok sanatçının eserleri sahne tasarımlarında önemli roller oynuyor. Bu da filmi katman katman zenginleştirerek filmin felsefi ve sanatsal boyutunu derinleştiriyor.

Shelley’nin kitabı özellikle John Milton‘ın Kayıp Cenneti‘ne felsefi ve mitolojik anlamda çok bağlı, Del Toro’da bu bağlılığı sürdürüyor ancak kendi üslubuyla: Zengin, melodramatik, sürükleyici derecede romantik ve acı verici derecede duygusal; babalar ve oğullar, aşıklar ve dışlanmışlar, gerçek canavarlar olarak insanlar hakkında bir hikaye. Terk edilmiş yaratıklar, dayanılmaz bir dünyayı anlamakta zorlanıyor ve yaratıcıları, yani ebeveynleri de bunu hiçbir zaman tam olarak anlayamamış. Anlıyoruz ki Shelley’nin iskeleti orada, ancak etrafındaki et del Toro’ya ait…
Frankenstein, gotik bir korku hikayesinden çok daha fazlası. Yaratılış etiği, hırs ve ahlaki sorumluluk üzerine felsefi bir sorgulama: İnsanın hırsı, şefkatini geride bıraktığında ne olur? Bu bağlamda hikaye bir ahlaki sorumluluk kehanetine dönüşüyor. Yapay zeka, kontrolsüz inovasyon çağında, şu soru hala gündemimizde: Yarattığımız hayatlara veya teknolojilere ne borçluyuz? Günümüzdeki icatlar, Victor’un bir zamanlar görmezden geldiği aynı ahlaki boyutu taşıyor: Yaptıklarımızın yok etmek yerine hizmet etmesini, zarar vermek yerine iyileştirmesini sağlama sorumluluğu. Ayrıca bize yaratılışın asla tarafsız olmadığını, etik bir eylem olarak insanlığımızın bir yansıması olduğunu hatırlatıyor. İlerleme şefkat olmadan var olabilir mi? Ve eğer yoksa, o zaman gerçek canavar kimdir – yaratılış mı, yoksa umursamayı unutan yaratıcı mı?
Filmin soundtrack albümü için:
Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz.
Kaynakça:
Kapak Görseli: “Frankenstein (2025)”. IMDb. Web. 14.11.2025
“Frankenstein: le monstre n’est pas celui qu’on croit”. Ledevoir. Web. 14.11.2025
“Frankenstein” Rogerebert. Web. 14.11.2025
“Don’t Reanimate Corpses! Frankenstein Part 1: Crash Course Literature 205”. Youtube, CrashCourse, 27.03.2014, https://www.youtube.com/watch?v=SyyrwoCec1k, 14.11.2025
“Frankenstein, Part 2: Crash Course Literature 206”. Youtube, CrashCourse, 04.04.2014, https://www.youtube.com/watch?v=hRDjmyEvmBI, 14.11.2025
Cohen, Jeffrey Jerome, ed. Monster Theory: Reading Culture. University of Minnesota Press, 1996.


