“Hangimiz daha korkunç bir hikaye yazacağız?” sorusuyla yola çıkılmış bir roman olan Frankenstein; 1818 yılında Mary Shelley ‘in kaleminden çıktı. Bu hikaye öylesine korkunç ki senaryoyu kabusundan kağıda aktaran Shelley “Gözlerimi dehşet içinde açtım.. Bu fikir aklımı öyle başımdan aldı ki içimin ürperdiğini hissettim ve ürkütücü hayallerimin yerini çevremi kuşatan gerçekliğin almasını istedim. […] Tiksinç hayaleti aklımdan çıkaramıyordum..” diyor.(1)
Frankenstein 1931 versiyonu filmi “size bir hikayeye anlatacağız” diyerek başlıyor. Yaratıcısı patolojiği “normale” çevirmek üzere eğitim almış bir doktor olan “the monster (canavar)” filmde bir ad-soyad sahibi olmaktan çok “o”, “yaratık”’ ve çoğunlukla da “canavar” olarak tabir ediliyor. Orijinal senaryosunda bir çok değişiklik yapılarak beyaz perdeye aktarılan film dönemin şartlarına göre oldukça başarılı görsel plan ve kurguya sahip. Fakat canavarın kitaptakinin aksine yavaş hareket ediyor olması Alman film serisi Golem’den etkilenildiğini gösteriyor. Yıllar sonra bu da kült karakterimizin şöhretine şöhret katıyor.
Film oldukça sürükleyici ilerlerken seyirciye ‘ötekiyi’ ötekileştirmenin verdiği hazzı veriyor. Kendisine takılan bir suçlunun beyniyle hayata başlayan yaratık önüne geleni ‘kendi elleriyle’ öldürüyor. Yaratığın herhangi bir silah kullanmaması kasten mi planlandı bilinmez ancak toplumdaki özellikle üst sınıf tabakanın elleriyle yaratılan bu eller toplumu da kendi elleriyle cezalandırıyor.
İlk filmde doktorun yaratığa can verdikten sonra Tanrı olmanın verdiği keyfi yaşamaya başlıyor. Dr. Frankenstein’ın Tanrı için yaptığı atıflar filmin başını sansürlerle derde sokuyor. Tabi burada yönetmen James Whale‘in eşcinsel kimliğinin ve önceki filmlerinde takındığı muhalif tavrının da katkısı yadsınamaz. Karakterimiz ilk filmde oldukça vahşi ve ilkel insanı temsil ederken; 1935 yılında çektiği devam filmi “Bride of Frankenstein (Frankenstein’ın Gelini)” ile modern insan tasvirine bir adım daha yaklaşmaya çalışıyor. Bunu ise karaktere biraz daha duygu kazanımı vererek oluşturmaya çalışıyor.
En hafif tabiriyle yaratık 1931 yılındaki ilk filminde kendisine merhamet edene bile merhamet etmezken, 1935 yılında çekilen ikinci filmde suda kendi yansıması yani toplumun gözündeki çirkinliğiyle karşılaşınca belki de biraz daha yumuşuyor veya seyirci tarafından daha acınası bir hale geliyor. Çaresizce yemeğini ararken, keman çalan görme engelli yaşlıyı gizlice dinlemeye başlıyor. Filmde bu dakikadan itibaren yaratığa sempati duyulmaya başlanıyor çünkü yaşlı adam onu görmüyor, çirkinliğinden ürkmüyor ve sadece arkadaş olmaya çalışıyor. Belki de onu insanlıktan uzak olandan kendi tarafımıza çekmeye çalışıyor. Fakat yönetmen kendimizi fazla kaptırmadan sahneyi değiştiriyor ve bizi kendi içimizdeki önyargı hesaplaşmasıyla baş başa bırakıyor.
Yaratılmayı kendi seçmeyen ‘o’ yaratıcısından kendi gibi birini daha yaratmasını istiyor. Çünkü ancak kendi gibi olan onu sevecektir. Angelia Ruskin Üniversitesi Felsefe Bölümü Profesörü Patricia MacCormack karakteri şöyle yorumluyor:“Bu canavar doğmayı kendi seçmedi, dolayısıyla kendi varlığını sorguluyor: ‘Nasıl daha iyi bir insan olabilirim?” Filmin sonlarına doğru seyirci “artık o da bizden olabilir” derken onu bir sürpriz daha karşılıyor. (2)
Film bir çok versiyonu ile günümüze kadar defalarca kez yeni hikayelerle beyaz perdeye aktarıldı, bir çok dizi ve kısa film şekliyle de izleyiciyle buluştu. Hikaye korku türüyle özdeşleşti öylesine ki başrol oyuncusu Boris Karloff 20 yılı aşkın bir süre ‘kötü’ karakterlerin aranan ismi oldu. Çoğu otoriteler tarafından ilk bilim kurgu filmi olarak görülen “the monster of Frankenstein (Frankenstein’ın Canavarı)” artık çoğumuzun sıfat olarak kullandığı bir isim…
(1) https://www.kemalarikan.com/frankensteina-psikanalitik-bir-bakis.html