Merhaba sevgili okur, bugünkü yazımızda yine ilginç keşifler yapabileceğini düşündüğüm bir konudan bahsedeceğim. Birbirinden farklı albümleri ele alacağız, hepsinin ortak noktası ise: dinlerken kendimizi bir filmin içindeymiş gibi hissetmek.
Albümleri baştan sona dinleyen insanlar, günümüzde azınlıklarını korusa da, bu defalığına senden kendine bu deneyimi hediye etmeni istiyorum. Belki kendini ana karakter hissetmek istediğin bir dönemdesin, belki de zaten hep öyle hissettin. Belki de senin filminde herkes koşuşturuyor ve sen bir köşede durup sakince olanları izliyorsun. Ya da belki bunun, senin filmin olduğunu bile düşünmüyorsun. Belki de bahsedeceğim albümleri dinlerken daha önce hissetmediğin bir rolde, bambaşka bir filmin içinde olacaksın. Bugün belki aralarından birini seçip ne hissettiğini benimle de paylaşırsın, keyifli okumalar.
Wave – Patrick Watson
Bu albümle belki de tanışma sebebim olan, albümün ilk şarkısı Dream for Dreaming, bizi hayallerle bezeli bir dünyaya taşıyor ve yazımızın da giriş şarkısı olma işlevini görüyor. Albümün özellikle üçüncü şarkısı Strange Rain ise doğu ezgileriyle ve sakin yapısıyla biraz daha durulmamızı sağlıyor. Hemen ardından Avrupa’da geçen bir aşk hikayesinin içine ışınlanıyoruz adeta Melody Noir, albümün en çok bilinen şarkısı olarak yerini alıyor.
Albümün tamamında, yavaş piyano melodileri ve yaylılarla masalsı bir atmosfer oluşturuluyor. Sakin vokal melodileriyle, dinleyiciyi de kendisiyle içsel bir diyaloğa davet ediyor. Bazı şarkılar duygusal yoğunluğu artırıp bir fırtına etkisi yaratırken bazılarında sadece oturup kahvemizi yudumlarken hayatı sorguluyoruz. Albümde bunun dengesi güzel oturtulduğu için de hiçbir zaman yorulmuş hissetmiyoruz, aksine salınarak yürürken bütün hayatımız gözlerimizin önünden geçebiliyor. Hayal dünyasına dalıyormuş gibi giriş yaptıktan sonra, hayatımızın en gerçek noktalarına parmak basmayı da başarıyor.
Ma Fleur – The Cinematic Orchestra
İkinci albümde ise yine ilk müzisyenimiz Patrick Watson bize yol gösteriyor. To Build A Home ile beraber, The Cinematic Orchestra‘nın “Ma Fleur” albümünü tanıma şansına erişiyoruz. İsminden de anlaşılacağı üzere, sinematik ögelere vurgu yapan, dinlerken bizde görsel bir dünya yaratan grup; caz ve elektronik tınıları, bir potada eritip eşsiz bir atmosfer oluşturuyor.
En çok bilinen bu albümlerinde vokal performansı olan şarkılara da yer verirken, bunun için farklı müzisyenlerle işbirliği yapmışlardır. Konuk müzisyenler tarafından yorumlanan parçaların yanı sıra, grubun enstrümantal parçaları ağırlıktadır. Özellikle albümün ilk şarkısı olan To Build A Home dramatik yapısıyla öne çıkarak birçok dizi ve filmde de kullanılmıştır.
Şarkının temelinde yer alan ayrılık, kayıp ve umut temaları, birlikte bir ev kurma hayali üzerinden anlatılmıştır. Daha sonra albümün ilerleyen kısmında hem sözleri hem de melodisiyle bu parçaya atıfta bulunan bir başka şarkı olan That Home yer almaktadır. Albümün buruk ve arada kalmış hissettiren ruh haliyle, ne hissedeceğimizi bilemediğimiz, belki de hiç beklemediğimiz yeni duygularla karşılaşacağımız bir serüvene giriyoruz.
Honeymoon – Lana Del Rey
Lana Del Rey‘in bütün albümleri arasından “Honeymoon”, sinematik ögelere en çok yer veren, bizi adeta bir Hollywood filminde gibi hissettiren şarkılara sahip olmasıyla biliniyor. Özellikle Terrence Loves You, God Knows I Tried ve Salvatore yalnız bir kadının monologlarıyla bizi baş başa bırakırken, karanlık ve gizemli bir atmosfer yaratan melodileriyle dikkat çeken şarkılardır.
Röportajlarında David Lynch‘ten ilham aldığından bahseden Lana Del Rey’in belki de en çok bu albümünde bunu somut bir şekilde görüyoruz. Aynı zamanda kliplerinden de bu etkiyi daha iyi anladığımız Lana Del Rey, bu albümünde Lynch’in yarattığı kadın karakterlerin ruh haliyle bağlantı kurmamıza aracılık eder. Albümün melankolik tınıları, yavaş tempolu geçişleri ve dramatik vokalleri noir sinemasındaki psikolojik gerilim, suç ve gizem ögeleriyle paralellik taşır. İnsanın karanlık yönlerini sanatsal bir biçimde ele alan bu eserler, kendimizde yüzleşmekte zorlandığımız konuları trajik bir estetikle sunarak bizi içine çeker.
Aventine – Agnes Obel
Honeymoon’dan sonra güzel bir geçiş olduğunu düşündüğüm Aventine, bizi gizemli ve tehditkar melodileriyle karşılıyor. Agnes Obel‘in albümlerinin çoğu sinematik ögeler barındırırken, Aventine asıl çıkışından bir yıl sonra genişletilmiş versiyonu ile Under Giant Trees gibi birkaç şarkı eklemesi ve bazı şarkıların canlı versiyonlarıyla bambaşka bir havaya sahip oluyor. Şarkılar birbirlerinden bazı melodileri barındırarak bizi bütüncül bir hikâyeye dahil ediyor ve tematik bir albüm hissiyatı veriyor.
Fuel to Fire ile ilginç bir dünyaya girdiğimizi fark ediyoruz, diğerlerine göre daha mistik bir yapıya sahip olan bu albüm, bu şarkıyla beraber bizi adeta bir ayine çağırıyor. Albümün ilerleyen parçalarında ise bu his yoğunlaşıyor, değişen mevsimler, gökyüzü ve ağaçların betimlemesiyle birlikte, ormanda dolaşan bilge bir cadı rolüne giriyoruz bu defa. The Curse belki de bu duyguyu en çok vurgulayan parçalardan biri. Çellonun minimal kullanımı, etkileyici yaylıları ve devam eden piyano melodileriyle zaman zaman yoğunlaşırken, bazen de sessizliğin önemini vurgulayan bir yapıdadır. Kırılganlığı sadeliğiyle ifade eden ama yine de vurucu sinematik sahneler yaratmaktan geri durmayan bir albümle karşı karşıyayız.
The Virgin Suicides – Air
Yazımızın son albümü, diğerlerinden farklı olarak film müziği gibi değil, gerçek bir film müziği. Sofia Coppolla‘nın The Virgin Suicides filmi için yapılan aynı isimli albüm, Playground Love şarkısıyla filmi izlemeyenlerin bile gönüllerinde taht kuruyor. Air‘ın diğer albümlerinde de rahatlıkla rastlayabileceğimiz sinematik yapı, bu defa gerçek bir filmde yerini alıyor. Analog synthler, gitar soloları, yavaş tempolu bas ve davullar ile retro-fütüristik bir hava verilirken, sıkışmışlık duygusunu derinlemesine hissettirir.
Umutla karışık bir tedirginlik içinde, gençliğin en can alıcı duygu karmaşasını da gözler önüne serer. Hüzün, masumiyet ve kafa karışıklığı yaratan melodileri, rüya ile gerçek arasında gidip gelen ve zamanın ağırlaştığını hissettiren parçalarıyla bu albüm değinmeden geçemeyeceğimiz bir atmosfere sahip. Filmi henüz izlemediyseniz, yalnızca müzikleriyle bağ kurarak sizi kendinizle ayrı bir yolculuğa çıkaracak bu albüm, 2000 yılında ilk yayımlandığından bu yana film müziği kimliğinin ötesine geçerek bağımsız bir albüm olarak da oldukça yankı uyandırdı.
Her biri kendi sahnelerini kuran bu albümler, yalnızca görsel bir atmosfer yaratarak müziği destekleyen bir yapıda olmakla kalmıyor; farklı karakterlerle bağ kurmamızı, hatta o karakterler olmamızı sağlıyorlar. Dinlerken yer yer karakterlerin monologlarında kendimizi buluyor, yer yer de tanrısal bir bakış açısıyla olayları izliyoruz. Duygusal yoğunluğu ve sakinliğiyle, birbirinden farklı duyguları barındırmanın tezat değil bütünlük oluşturduğunu vurgulayan bu albümler, bize unutulan duyguların varlığını hatırlatıyor. Bazen kahkahalarla gülerken hıçkırarak ağlamanın normal olduğundan, bazen de bütün bunlar olmamışçasına hayatın yavaşlamasından ve sakin kalmanın kabul edilebilirliğinden bahsediyor.
Kaynakça:
-
Lana Del Rey: ‘I wish I was dead already’. The Guardian. Web. Erişim Tarihi: 16.07.2025
-
Lana Del Rey’s death wish: how our interview unleashed a storm of hate. The Guardian. Web. Erişim Tarihi: 16.07.2025
-
Review: Lana Del Rey Indulges in Nostalgia, Reverb on Fourth LP. Rolling Stone. Web. Erişim Tarihi: 16.07.2025
-
The Virgin Suicides. pitchfork. Web. Erişim Tarihi: 16.07.2025
-
Agnes Obel: Aventine – review. The Guardian. Web. Erişim Tarihi: 16.07.2025


