Sinema, birkaç fotoğraf karesinin art arda sıralanmasıyla başlayan serüveninde, 19. yüzyıldan bugüne büyük bir dönüşüm geçirdi. Bugün yalnızca bir eğlence aracı değil, aynı zamanda toplumsal olayların yansıdığı, politik bir sanat formuna dönüştü.
Tıpkı edebiyat ve diğer sanat dalları gibi, sinema da bireylerin sesini duyurabildiği, bir duruş sergileyebildiği güçlü bir mecra haline geldi. Cinsel yönelim, ırk ve sınıf gibi temaları sahiplenmeye başlayan sinema, zamanla feminizmle iç içe geçerek feminist sinema türünü doğurdu.
Uzun yıllar boyunca sinema, anlatı dili ve estetiğiyle büyük ölçüde erkek bakışıyla şekillendi. Kadın karakterler çoğu zaman klişelere hapsedildi; yalnızca erkeğin hikâyesini tamamlayan figürler olarak yer bulabildiler. Üstelik bu durum yalnızca kamera önünde değil, kamera arkasında da geçerliydi, yönetmenlikten senaryo yazımına kadar pek çok alanda kadınların varlığı ya görmezden gelindi ya da sınırlı kaldı. Ancak zamanla yükselen feminist teori ve sinema hareketleri sayesinde, kadınların yaşantılarını merkeze alan daha gerçekçi ve çok boyutlu hikâyelerin önü açılmaya başladı.
Feminist Sinema Anlayışı

Feminist sinemayı tek bir sözlük tanımıyla açıklamak oldukça güç. Ancak genel bir çerçeve çizmek gerekirse, feminist sinema; kadınların deneyimlerini merkeze alan, erkek egemen anlatı yapısına karşı çıkan ve feminist düşünceyi sinema diliyle ifade eden filmleri kapsar. Her kadın yönetmen filmi feminist sinema sayılmasa da, bu alandaki pek çok yapım kadınlar tarafından üretilmiş ve kadınların sesini duyurmayı hedeflemiştir. Uzun yıllar boyunca en iyi yönetmen ödülü gibi büyük kategorilerde yalnızca erkek isimlerin yer aldığı sinema dünyası, 1970’lerden itibaren feminist sinemacıların ve seyircilerin yükselişiyle birlikte dönüşmeye başlamıştır.
Feminist sinema, yalnızca hikâyeleri ve karakterleri değil, aynı zamanda sinemanın teknik unsurlarını da dönüştürmeyi hedefler. Bu bağlamda, Laura Mulvey’in feminizme kazandırdığı male gaze (erkek bakışı) kavramı, kadınların beyaz perdede nasıl nesneleştirildiğini sorgulattı. Male gaze, ataerkil toplumu normalleştirmek ve sürdürmek amacıyla kadınların sinemada nesneleştirici ve sınırlı biçimlerde tasvir edildiğini öne süren feminist bir teoridir.

Kadının yalnızca yan karakter ve arzunun nesnesi olarak sunulduğu geleneksel anlatıya karşı çıkan bu yaklaşım, onu özneleştirmeyi ve hikâyesini kendi bakış açısından anlatmayı hedefledi. Bu doğrultuda feminist eleştirmenler, kadınların daha ayrıntılı, karmaşık ve gerçekçi temsillerini savunarak kadın deneyimlerinin çeşitliliğini vurguladı. Örneğin, Greta Gerwig’in Little Women (2019) filminde Jo karakteri özgürlük ve kariyer hayalleri kurarken, Meg evlenip yuva sahibi olmayı arzular. Meg’in Jo’ya söylediği “Hayallerimin seninkinden farklı olması onları önemsiz yapmaz” repliği, feminist sinemanın amacını özetler. Gerçek hayatta olduğu gibi beyaz perdede de kadınlar farklı yönelimler, arzular ve değerlerle var olabilir; bu çeşitlilik tek bir kalıba sıkıştırılamaz. Feminist sinema, bu yönüyle yalnızca temsili değil, sinemanın anlatım dilini de dönüştürmeye çalışan politik bir harekete dönüştü.
Temsilin Turnusolü: Bechdel Testi

Sinema ve televizyon başta olmak üzere kurgu eserlerin yayınladığı alanlarda kadın temsilini ölçmenin çok basit bir yöntemi var: Bechel Testi. Bu üç maddelik test, Alison Bechdel isimli Amerikalı karikatüristin 1985 yılında çizdiği bir karikatürle beklenmedik bir ilgiyle hayatımıza girdi. Bu test sadece kadınların filmde bulunup bulunmadığını sorgulamakla yetmiyor, aynı zamanda filmde gerçekten işlenip işlenmediğini de ölçüyor. Kadın temsilinin basit sorgusu olan bu test şu üç soruyu soruyor:
- Eserde iki kadın karakter yer alıyor mu?
- Bu iki karakter birbirleri ile konuşuyor mu?
- Bu konuşma sırasında erkekler dışında bir konu hakkında konuşuyorlar mı?
Bu test medyada erkek merkezli hikâyelerin ve bakış açılarının baskın olduğunu gözler önüne sermeyi amaçlar. Kadın karakterlerin genellikle yüzeysel, tek boyutlu ve özen gösterilmeden yazıldığını ortaya koyarak, cinsiyet eşitsizliğine dikkat çeker.
Feminist Sinemayı Şekillendiren Filmler
Tüm bu teorik gelişmeler ve tartışmalar, 20. yüzyılın başlarından itibaren sayısı giderek artan filmlerle beyaz perdeye taşındı. Feminist sinema, yıllar içinde kendini geliştirerek sinemada yerleşik hâle gelmiş klişe kadın tiplemelerini dönüştürmeye çabaladı. Zamanla yalnızca ayrıcalıklı beyaz kadınları değil, farklı ırklardan, sınıflardan ve cinsel yönelimlerden kadınları da kapsayarak bugünkü çok katmanlı yapısına ulaştı.
The Smiling Madame Beudet (1923)

Film, yalnızca feminist sinemanın ilk örneklerinden biri değil, aynı zamanda Fransız avangard sinemasının da en önemli yapıtları arasında yer alır. İlk feminist yönetmenlerden biri olan Germaine Dulac, sürrealist sinemanın öncülerindendir. Bu yönüyle La Souriante Madame Beudet, hem feminist hem de sanatsal sinema tarihinde çığır açan bir filmdir.
Film, evliliğinde mutsuz olan, eşinin baskıcı davranışlarından rahatsızlık duyan ve ev içindeki sıkışmışlığını hayal gücüyle aşmaya çalışan Madame Beudet’in hikâyesini anlatır. Dulac, bu yapımda geleneksel ev hanımı kalıbını sorgulayarak, kadına biçilen toplumsal rollere cesur bir karşı duruş sergiler.
Alien (1979)

1979 yapımı Alien, uzayda görev yapan bir mürettebatın bilinmeyen bir gezegenden gemilerine sızan ölümcül bir yaratıkla mücadelesini konu alır. Hikâyenin merkezinde yer alan subay Ellen Ripley, hayatta kalma savaşı verirken aynı zamanda gemideki otoriteyle de çatışır.
Alien, güçlü bir kadın başrole sahip olması ve cinsiyetle güç ilişkilerini ele alışıyla sıklıkla feminist bir film olarak değerlendirilir, özellikle de erkek karakterlerin Ripley’i küçümseme biçimleri bu temayı pekiştirir.
Feminist temaları işleyen ya da kadın karakteri merkeze alan ilk film olmasa da, Alien hem feminist sinemanın erken örneklerinden biri hem de bilimkurgu ve aksiyon türlerinde kadın temsilini kökten değiştiren bir dönüm noktası olarak anılır.
A League of Their Own (1992)

1992 yapımı A League of Their Own, Penny Marshall’ın yönettiği bir spor komedi-dram filmidir. Geena Davis, Tom Hanks, Madonna, Lori Petty ve Rosie O’Donnell’ın rol aldığı film, II. Dünya Savaşı sırasında erkeklerin cephede olduğu dönemde kurulan All-American Girls Professional Baseball League’in (AAGPBL) gerçek hikâyesine dayanır.
BBC’nin ”Kadınlar Tarafından Yönetilen En İyi 100 Film listesi”nde yer alan film, yalnızca kadınların spordaki yerini değil, aynı zamanda savaş yıllarında erkeklerin yokluğunda kadınların toplumsal rolleri nasıl devraldığını ve bu süreçte nasıl özneleştiğini göstererek feminist sinema açısından önemli bir örnek oluşturur. Kadınların görünmez kılındığı bir alanda yetenekleriyle var olmaları ve dayanışma içinde kalmaları, geleneksel cinsiyet rollerine güçlü bir karşı duruş niteliği taşır.
Legally Blonde (2001)

Robert Luketic‘in 2001 yapımı, Reese Witherspoon‘un hukuk öğrencisi Elle Woods‘u canlandırdığı Legally Blonde, aptal sarışın tiplemesine meydan okuyarak kadınların zevklerinin ve görünüşlerinin başarılarıyla ve zekalarıyla alakalı olmadığı mesajını verdi.
Elle, feminen görünüşü nedeniyle özellikle akademik çevrede küçümsenen bir karakterdir. Ancak bu önyargının kendisini tanımlamasına izin vermez ve Harvard’da bir öğrenci olarak kendini kanıtlar. Zamanla “aptal sarışın” klişesini tersine çevirerek, kadınların yalnızca dış görünüşten ibaret olmadığını gösterir. Bu erkek egemen ortamda gösterdiği başarı, eski sevgilisini geri kazanma arzusunun önüne geçer. Özellikle fiziksel görünümün popüler kültürde belirleyici olduğu 2000’li yıllarda, Elle kimliğinden ve onu tamamlayan sarı saçlarından ödün vermeden ilerleyerek genç kadınlara ilham verir.
Moana (2016)

Moana, halkını kurtarmak için okyanusa açılan genç bir kızın kendi kaderini çizme ve lider olma yolculuğunu anlatır. Film, geleneksel Disney anlatısı olan “kurtarıcı erkek” klişesini bir kenara iter, güçlü ve bağımsız bir kadın karakter sunar.
Moana, güçlü ve kendine güvenen bir kadın karakteri merkeze alan bir hikâye sunar. Diğer birçok Disney filminden farklı olarak, Moana’nın yolculuğu bir erkek karaktere duyduğu aşkla değil; halkına, adasına ve ailesine duyduğu sevgiyle şekillenir. Filmde yalnızca bir erkeğe ihtiyaç duymamasıyla değil, aynı zamanda babası ve Maui gibi erkek figürlerin çekindiği bir görevi üstlenmesiyle de bağımsız ve cesur bir kadın portresi çizer. Aşk temasının neredeyse hiç yer almadığı bu yapım, kadın karakteri bireysel gücüyle var eden nadir Disney örneklerinden biridir.
Feminists: What Were They Thinking? (2018)

Feminists: What Were They Thinking? belgeseli, 1970’lerde ABD’deki İkinci Dalga Feminizm hareketine katılmış kadınların deneyimlerine odaklanıyor. Belgeselin çıkış noktası, 1977 yılında yayımlanan ve her bir kadının gençlik dönemine ait fotoğraflarını içeren bir fotoğraf kitabı. Bu görseller, aradan geçen yaklaşık kırk yılın ardından aynı kadınlarla yapılan samimi röportajlarla gün yüzüne çıkıyor.
Kadınlar, feminist hareketin tarihsel etkilerini değerlendirirken, hareketin büyük ölçüde beyaz, orta sınıf ve dışlayıcı yapısına dair eleştirilerini de dile getiriyor. Belgesel, feminizmin doğuşuna ışık tutarken, yıllar içinde nasıl daha kapsayıcı bir harekete dönüştüğünü de gözler önüne seriyor.
Kaynakça
Time Out. “100 Best Feminist Movies You Need to Watch to Feel Empowered.” Time Out, Time Out Group, Web. Erişim tarihi 5 Temmuz 2025.
Marshall University PressBooks. “One More Film.” Women Writers, Marshall University PressBooks, Web. Erişim tarihi 5 Temmuz 2025.
JSTOR Daily. “Feminist Film Theory: An Introductory Reading List.” JSTOR Daily, ITHAKA, Web. Erişim tarihi 5 Temmuz 2025.