22 Eylül 1955 yılında İstanbul Sur içinde dünyaya gelen İlhami Algör, Türk Sanat ve Edebiyat dünyasına adımını “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” romanı ile atmıştır. Algör’ün bu eseriyle başlangıç yapması, zorluklarla dolu bir yolculuğun ürünüdür. Bu süreçteki mücadeleler, eserin derinliğini ve anlamını şekillendirerek, onun yaratıcılığını beslemiş ve ilhamını pekiştirmiştir.
“Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, İtalyan Yokuşu’ndan aşağı, rüzgara asılıp Tophane’ye inen roman. Avaramu!”

İlhami Algör, alelacayip aşkların ve oyunbazlığın, hüzünlü dolambaçların yazarı.
Eğitimini Televizyon alanında yapan İlhami Algör, Türk sanat dünyasının başkaldıran isimlerinden biridir. Reklam yazarlığı ve yönetmenliği gibi meslek alanlarında çalışmıştır. İlk romanı olan Fakat Müzeyyen Derin Bir Tutku 1995 yılında yayımlanmıştır. Romanın yayımının ardından yıllar sonra 12 Aralık 2014 tarihinde ise filme uyarlanmıştır.
Müzeyyen, eşi trafik kazasında öldüğünde, küçük kızıyla tek başına kalmış zeki ancak şanssız bir kadındır. Bir gün, eski bir film montajcısı olan kahramanımız, Müzeyyen’e âşık olur. Ancak Arif , kendi hayal dünyasında boğulduğu için, böyle bir kadının uzun süre yanında olamayacağını anlayamaz. Arif, hayatının hikayesine aldırmayan Müzeyyen’e “Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku” der. Müzeyyen’in kısa cevabı ise “Sapıkça ve tek taraflı bir tutku” olur. Böylece olaylar gelişmeye başlar.
İlhami Algör’ün hayatını değiştiren bu romanın, kendini ifade etme biçimini, duygularını aktarma şeklini ve yazım sürecini birlikte inceleyelim.
Yalnız Bir Yazar İmajı ile Dikkatleri Topladı
“Hikayeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor, eve sığmıyor… Bülbülün çilesi, yazarın zulası… İnceden sarma bir sigara, inceden bir bardak… Jak Danyel isimli bir şişe, Hicran isimli bir yara, tuhaf isimli bir roman. Kafamız iyi açmayın kapağı, biz böyle iyiyiz.”
Romanına baş karakter olarak atfettiği Arif, tek başına yaşayan, önceden film montajcılığı yaparken bir süre sonra hayatın verdiği yorgunluktan, bıkkınlıktan ötürü yeni şeyler aramaya çıkan bir adamdır. Bu arayışına yazarlık yapmak gibi bir çözüm bulur. Ancak Algör, Arif’i yazılarını yayımlayamadığı için farklı yöntemler deneyerek yeniden yazıya yönlendirir. Arif bir yolculuğa çıkar ve bu yolculuk sırasında yalnız başına İstanbul sokaklarını fetheder. Romanda da Arif’in yayımlanmış herhangi bir kitabının olmaması, yalnız bir adam oluşu ve film montajcılığından bir anda yazarlığa geçiş yapışı, hikayesinde aslında kendini yazışı, İlhami’nin kendinden ilham alıp almadığını düşündürmüyor değil. Yaptığı keşif sırasında da kafasında sürekli Müzeyyen ile konuşuyordur. Ondan hep onay bekliyordur. Arif’in yalnızlığını okura aktarmak için onun iç sesi ile konuşmalarını bize şu cümleleri ile gösterir:
“İç itiraf sistemleri, “Abi farkında mısın, iç hattan Müzeyyen ile konuşuyorsun,” dediler. Doğruydu. Evden çıkıp Tophane’ye saptığımdan beri, Müzeyyen ile konuşuyor ve kırmızı plakalı adamların geçişinden başlayıp, üçlü ruh zirvesine kadar durumu, ona aynen anlatıyordum ki, tam da bu anda, zirve fikrinin inandırıcılığını ve cazibesini yitirmekte olduğunu sezdim.”
Fakat Müzeyyen…

Müzeyyen’e duyulan aşkın gerçek bir tutku oluşuna Arif’in pek çok cümlesinde rastlarız. İlhami Algör, bu tutkuyu bir ulaşılamayan, terkedecek kadın imajı çizerek yapar. Müzeyyen, güçlü bir kadın karakter olarak tasvir edilirken, ilişkilerle kendini tanımlamayan biri olarak öne çıkıyor. Arif ise bu açıdan biraz daha farklı bir portre çiziyor. Romanda eşinin ölümünden sonra, kızı ile birlikte yalnız yaşamakta olan Müzeyyen, çekiciliği ve gizemi ile dikkat çekmektedir . Bu roman genellikle cinsiyetlere yapılan genelleme olan “erkek özgürdür, kadın kendini erkeğe adar ve ilişkiyle tanımlar” klişesini yıkar. Müzeyyen, erkeği sevmesine rağmen kendi benliğinden ödün vermiyor, kendine özgü bir dünyası ve sınırları var. Arif ise sınırlarını ortadan kaldırıp Müzeyyen ile var olmaya çalışıyor; aşık, bağımlı, duygusal, kıskanç ve şüpheci bir karakter olarak öne çıkıyor. Algör, bu romanını yazarken aslında en çok dikkat ettiği nokta Müzeyyen’in nasıl yansıtıldığı ve sürekli bir gizemi. Arif ise bu noktada, İlhami’nin de romanda dediği gibi,
“Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine…” dikkatleri çekiyor aslında.”
Şarkılarla Renklenen Bir Roman

“Bülbülün çilesi, yanmakmış güle
Ömürler geçiyor, ağlaya güle,
Yolcuyuz cümlemiz, hep o meçhule
İçelim a dostlar, sermest olalım
İçelim a dostlar, neşe dolalım”
İstanbul’u adım adım dolaşan Arif, plansız, düşünsel bir yolculuktadır; aklına esen semtlere girerken, rastgele bir kafeye otururken, kahvesini yudumlarken, üzgünken, acı çekerken ve bunların hepsini gözlemlerken araya Algör’ün, serpiştirdiği şarkı sözleri, okurları tamamen etkisi altına alır. Nesrin Sipahi, Zeki Müren, Müslüm Gürses ve Orhan Gencebay gibi ünlü isimlerin şarkılarını sunarak, bizleri derin bir yolculuğa çıkarır.
Beni Niye Bırakıp Gittin Müzeyyen?

Ne olmuştu da, “Seninle dünyanın her yerine gelirim,” diyen Müzeyyen, durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı? Hangisi Müzeyyen’di? Ya da Müzeyyen kimdi? İlk tanıdığım kimdi, şimdiki kim?
Romanda en çok merak edilen sorulardan birisi Müzeyyen’in neden gittiği aslında. Müzeyyen’in gidişi bir beklenen, öngörülendir. Algör, Müzeyyen karakterini oluştururken ona başına buyruk, özgür ruhlu , ilişkiden uzak bir kadın imajı vermeyi amaçlamış ve karşısına da onun zıttı bir karakter koymuştur. Bu iki karakterin de aslında ortak noktası özgürlüktür. Arif’in hikayesinde kendini anlatması, romanda Arif’den parça aramaya yöneltir okurlarını. Müzeyyen’in dediği üzere,
“Herif rüzgarı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra telleri takılır gibi kadına geliyor gece yarısı.” Arif ekler; “ Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” bunu söylerken tırsar ve şüphe eder, Müzeyyen’in haklılığından. Müzeyyen doğrularcasına,
“Evet, biraz sapık ve tek taraflı bir tutku.”
Derin Tutkuların Ölümü
-bitse ne olur;
bitmese ne?-
İlhami Algör, bu romanı ile yazarlığa bir adım atarak, yıllar sonrasına dahi ismini taşımıştır. Romanının ara sıra felsefe ve edebiyat, kısaca sanatın içinden parçaları sergileyişi, okurları içine derinlemesine çekiyor. Birbirinin tamamen zıttı iki karakterin iç içe bulunması bizleri kimin haklı olduğu düşüncesi içine alıyor. Müzeyyen’in gizemli, bağımsız, sınırlı; Arif’in ise sessiz, içine kapanık, bağlanma problemleri ve obsesif olan bir karakteri… Bu iki insanın aslında birbirleri ile bir noktada birleşip, birbirlerine farklı açılardan bakması dikkat çekiyor. Ancak Arif’in Müzeyyen’e bakış açısının ilk başlarda büyük bir tutku olması, ilerleyen zamanlarda bunun sadece bir arayıştan gelen merak olduğunu o ‘çıt’ anı ile anlaması, asıl olaydır. Burada bahsedilen ‘çıt’, her şeyin güzel giderken bir anda mahvolmasıdır. Algör ise okurlarına romanını yazarken, Arif’in yayınlanmış bir yazısının olmaması, aslında kendi hikayesini yazması ve hikayesini yazarken Müzeyyen tarafından onaylanmak istemesi, içinde hep onunla bir tartışma halinde olması gibi unsurlara dikkat çeker. Fakat en sonunda Müzeyyen ile istediği sonuca varamamıştır ve ondan vazgeçmiştir. Derin tutkuların ölümü, kitabın ilk baskısında arka kapaktaki “belki bitmemiştir” yazısının, sonraki baskılarda “bitse ne olur bitmese ne” diye değişmesiyle resmiyet kazanmıştır.
Kaynakça:
Algör, İlhami. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku. İletişim Yayıncılık. 1.Basım.