Swiss Army Man (2016) ile tanıdığımız yönetmenler Daniel Kwan ve Daniel Scheinert’ın son filmi Everything Everywhere All At Once (Her Şey Her Yerde Aynı Anda), vizyona girdiği ilk günden beri 2020’lerin kült filmlerinden biri olma yolunda hızla ilerliyor. Amerikan bağımsız sinemasının önde gelen yapım ve dağıtım şirketi A24 bünyesinde izleyiciyle buluşan film, uzun yıllardır Amerika’da çamaşırhane işleterek yaşamını sürdüren Çinli göçmen bir kadının yaşayabileceği alternatif hayatlarla bağlantılı diğer evrenleri keşfederek, dünyayı tek başına kurtarması gereken bir maceraya doğru sürüklenmesini konu alıyor. Son yılların oldukça klişeleşmiş temalarından olan çoklu evrenler anlatısı üzerine kurulan Everything Everywhere All At Once, kaotik ve hızlı sinema dili, absürtlüğü ve felsefi alt metniyle benzerlerinden ayrılan kendine has bir yapım. Öyle ki film ana akım sinemanın çok sevdiği çoklu evrenler/paralel evrenler temasını maddi sıkıntıları olan, kızıyla sorunlar yaşayan, sert ve depresif bir kadının yaşadığı dönüşümü anlatmak için bir araç olarak kullanıyor.
Ana karakter Evelyn (Michelle Yeoh) ve ailesinin başından geçen onlarca olay izleyiciye hayatın anlamı hakkında bir şeyler anlatmak istiyor. Özellikle Arthouse sinemada insanın anlam arayışı gibi felsefi konuların izleyiciye düşünme payı bırakan sahneler eşliğinde ağır ağır işlenmesine alışık olsak da Everything Everywhere All At Once bu formülü de yerle bir ediyor ve bizlere soluklanma süresi bırakmayan, sürekli parçalanarak çoğalan sahnelerle bezeli hareketli bir sinema örneği sunuyor. Yaşama ve bireye dair irdelenen bütün meselelerin ciddi ve tutarlı bir dünya yerine, uçuk kaçık ve belirsizliklerle dolu bir dünya içinde anlatılması filmin özgün yönlerinden bir diğeri. Yönetmenler absürtlüğün dozunu bu denli yüksek tutarak, birçok klişeden beslenerek ve karakterlerine sürekli beklenmedik şeyler yaptırarak her şeye aynı anda yetişmeye çalışan günümüz insanına “biraz gevşeyin ve hayatın tadını çıkarın” mesajını veriyor.
Film 140 dakikalık süresi boyunca sayısız janrı birbirinin içine geçiriyor, birçok kültleşmiş yapıma göndermeler yapıyor, tıpkı adı gibi her şeyi aynı anda anlatmaya çalışarak izleyicisini görsel ve duygusal bir bombardımana tutuyor. Bu durum zaman zaman filmin takibini zorlaştırıp yorucu bir etki yaratabilse de ufuk açıcılığı ve yaratıcılığı her sahnede inkâr edilemez hale geliyor. İlk yarısıyla eğlence ve aksiyon dozu yüksek bir bilimkurgu-macera filmi olarak ilerleyen Everything Everywhere All At Once, ikinci yarısıyla birlikte felsefi yönünü ortaya koyuyor ve içinde yaşadığımız bu koca evrende anlamlı bir şeyler olup olmadığını sorgulamaya başlıyor. Bunu yaparken de bizlere altı güçlüce çizilmiş net bir mesaj vermek istiyor: Kendinin en kötü versiyonu olsan bile kendi anlamını kendin yarat!
Yazının bundan sonraki kısmı spoiler içerir!
Evelyn, çıktığı akıl almaz yolculuk esnasında alternatif evrenlerdeki onlarca versiyonu arasından kendisinin en kötü versiyonu olduğunu öğreniyor. Örneğin paralel evrenlerin birindeki Evelyn başarılı bir şefken diğeri Kung Fu ustası, bir diğeri ise ünlü bir sinema yıldızıdır. Bizim evrenimizdeki Evelyn ise; vergi borçlarıyla boğuşan, eşi Waymond (Ke Huy Quan) ile türlü sorunları olan ve kızı Joy’un (Stephanie Hsu) eşcinsel olduğunu kabullenmekte güçlük çekerek, bu durumu Çin’den gelen babasına söylemeye cesaret edemeyen bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Yaşadığı tüm bu maddi ve ailesel sorunların yanında, bir de “bu senin en kötü versiyonun” cümlesiyle karşı karşıya kalan ana karakterimiz, hayatının bir hiç olduğuna inanıp pes etmek yerine, hayattaki amacını öğrenebilmek için uzun bir maceraya çıkıyor. Bu macerada Evelyn’in tüm alternatif evrenlerdeki iyi versiyonlarıyla etkileşime geçip adeta “seçilmiş kişi” olarak evreni kurtarmakla görevlendirilmesi filmin önemli noktalarından bir tanesi. Kendisinin en kötü versiyonu olan, potansiyelini gerçekleştirememiş birinin seçilmiş kişi olabileceği kulağımıza ironik gelse de izledikçe anlıyoruz ki yönetmenler tam da bu ironiyi aşmaya çalışıyorlar.
Filmin alt edilmesi gereken kötü karakteri Jobu Tupaki’nin, Evelyn’in kızı Joy’un paralel evrendeki başka bir versiyonu olması ise filmin gidişatını değiştiren ve son aşamada verilecek mesaja zemin hazırlayan bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor.
Jobu Tupaki bütün evrenleri görüp deneyimlemiş ve hepsine aynı anda hâkim olabilen bir karakter, fakat bu hakimiyet ve deneyim sonucunda ulaştığı sonuç ise: Hiçlik.
Her şeyin hiç olduğunu, hiçbir şeyin önemli olmadığını öğrenen Jobu Tupaki, bunun üzerine etrafındaki her şeyi yok edebilecek güce sahip olan ve tüm evrenlerde var olan her şeyi kapsayan “her şeyin simidi” adını verdiği bir kara delik yaratıyor ve Evelyn’i bu simit görünümlü deliğin içine çekmeye çalışıyor. Bu ana sembolün simit olması filmin arkasında anlam taşıyan absürtlüklerinden sadece bir tanesi.
Günümüzün modern yaşamı içinde bireyin her işe aynı anda yetişmeye çalışması, başarı gerekliliğinin getirdiği o koşturma ve her şeye hâkim olma hali kuşkusuz modern insanı huzursuzluğa, hiçliğe ve anlamsızlığa sürüklüyor. Bu bağlamda bakarsak simidin nihilizmi ve modern insanın hissizliğini sembolize ettiğini söyleyebiliriz.
Peki ama yaşam dediğimiz şey bu kadar boş ve anlamsızsa, sonlu hayatımız koca evrenin içinde bir noktadan daha az yer kaplıyorsa ve tüm çabalarımızın varacağı yer hiçlikse ne yapmalıyız?
Elimizdeki bu anlamsız hayatı koca bir kara deliğin içine mi atmalıyız?
Film bize bunun tam tersini yapmamız gerektiğini, yani kendi anlamımızı yaratarak yaşamın tadını çıkarmamız gerektiğini söylüyor. Bu bakımdan Everything Everywhere All At Once her detayıyla izleyicisine nihilizmin olumlayıcı bir versiyonunu sunuyor. Her şeyin anlamsız ve önemsiz olduğunu düşünen nihilizmin aksine, optimistik nihilizm – ya da iyimser hiççilik -hayatın anlamsızlığı içinde her bireyin kendi anlamını kendisinin yaratabileceğini öne sürüyor.
Algılayamayacağımız büyüklükteki bir evren içinde bir gün son bulacağını bildiğimiz bir hayatı yaşıyoruz. Son zamanların en yaratıcı sekanslarından olan Evelyn ve Joy’un birer kaya oldukları sahnede söylendiği gibi: “Hepimiz küçük ve aptalız.”
Yaşam boyu cevap bulamadığımız sorular, sonuçsuz kalan sorgulamalar, girip çıktığımız varoluşsal krizler ve modern yaşamın benliklerimizde yarattığı tahribatlar zaman zaman bize yaşamın anlamsız olduğunu düşündürebiliyor, hatta belki de bizi yaşamdaki her şeyin anlamsız olduğu sonucuna ulaştırıyor. Tıpkı filmdeki Jobu Tupaki karakterinin tüm arayışlarından sonra her şeyin bir hiç olduğunu anlaması gibi. Optimistik nihilizm tam da bu anlam sorununu aşabilmek için etkili bir perspektif sunuyor ve hayatın anlamının yaşamak, deneyimlemek ve mücadele etmek olduğunu söylüyor.
Herkes gibi biz de bir şekilde bu dünyaya geldik, anlamlı ya da anlamsız olsa da elimizde yalnızca bir kez yaşayabileceğimiz bir hayat var. Öyleyse mutlu olmayı, sevdiğimiz şeylere tutkuyla bağlanmayı, iyi olana tutunmayı ve dilediğimizce yaşamayı hedeflemeliyiz. Evrenin amacı olmadığını düşünüyorsak amacı biz belirleyebilir, hayatımızın anlamsız olduğunu hissediyorsak kendi anlamımızı yaratabiliriz.
Everything Everywhere All At Once, bizlere hayatın yaşamaya değer olduğunu hatırlatan, Evelyn karakteriyle anlamsızlıkların içinden anlamlar üretebileceğimizi gösteren, yer yer afallatıcı ve genel olarak dağınık olsa da her yönüyle insana iyi gelen çok özel bir yapım. Evreni ve yaşamı sorgulamaktan keyif alan, büyük konuların esprili ve samimi şekilde anlatılmasını seven herkesin bu filmi izlemesini şiddetle tavsiye ederiz!





