Sonbahar insanı doğrudan hüzne sürüklemez, ayrılık getirmez ya da iç dünyamızda bir kriz yaratmaz; ama biz duygularımızı ve hayatın iniş çıkışlarını sonbaharda yaşanan olaylarla özdeşleştiririz. Yaprakların sararıp dökülmesiyle bir dönemin sonunun geldiğini, ayrılıkları daha yoğun bir şekilde hissederiz. Rüzgâr ağaç dallarını savururken biz de hayatımızdaki belirsizliklerle oradan oraya, düşünceden düşünceye savruluruz. Yağan yağmurlar, içimizde bastırdığımız duyguların dışa vurumu gibidir. İçimize attığımız, ertelediğimiz her bir kırgınlık için bulutlar da bizimle beraber gözyaşı döküyor gibi hissederiz. Sonbahar, yazdan kışa uzanan bir geçiş köprüsü olduğu gibi, hayatımızdaki geçişleri, bitişleri ve başlangıçları da ifade eder. Bu benzerlik, sonbaharı şiirler için güçlü bir tema hâline getirmiştir. Şimdi gelin birlikte, sonbaharın en çok hissedildiği Ekim ayının geçtiği şiirlere bir göz atalım.
Turgut Uyar – Acıyor

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun
sevgim acıyor
…
En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
ötede beride yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
Bütün söz vermelerin tarihçesi
sevgim acıyor
…
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim falan da gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar
Turgut Uyar, şiire içini dökerek başlar; mutsuzluğu hem dikey hem yatay olarak konumlandırarak, mutsuzluğun sadece bir yönüyle değil, hayatın her evresinde hissedilen bir duygu olduğunu söyler. Şiirde mutsuzluk bir mekân gibi tasvir edilir; “kasaba meyhanesi gibi“. Kahkaha ışığa çarpar ancak yansımaz, yani mutsuzluk görünmezdir ama orada durmaya devam eder.
Şiirin merkezinde sürekli tekrar eden “sevgim acıyor” dizesi şiirin ritmini korurken aynı zamanda da sevginin yalnızca mutluluk değil, çoğu zaman acıyla beraber geldiğini ifade etmektedir. Gemiler gelir gider, güneş doğar batar. Doğanın döngüsü hiç durmadan devam eder. İnsan acı çeker, yorgun düşer, dünya dönmeye devam eder. Ancak insanın içindeki acı aynı hızla geçip gitmez. Şairin tavrı ise bu sürekli döngünün içerisinde bir anlam bulup ona coşkuyla sarılmaktır.
Acıyor şiirinin son dizelerinde şair, zamanın geçiciliğine de dikkat çeker; Eylül’ün gittiği gibi Ekim de toparlanıp gidecektir. Mevsimler geçip gider, koca koca atlar tarihin puslu sayfalarına gömülür, unutulur; ancak insanın içindeki acı, tıpkı şiirin tekrarlayan dizesi gibi, tekrarlamaya ve var olmaya devam eder.
İlhan Berk – Bir Mezar Yazıtı

“Ben Ali Nalbantoğlu, 1304 doğumlu,
İstanköylü.
En uzunu üç kardeşin.
Adsız sansız biriydim dünyada
Burda da öyleyim.
Vasiyetim mi?
Sürünerek geldim yetmiş dört yaşıma
Şimdi burda yatıyorum, burda, Halikarnassos’ta.”
Böyle diyor bir mezar yazıtı. Uzun
Bir yol boyunca durup bir arkadaşla okuduğumuz
Ekim sonu
bir öğle üstü
Bir Mezar Yazıtı şiirinde şair, gerçek bir mezar taşındaki yazıyı alıntılayarak o kişinin hayatı üzerinden aslında çoğu kişinin hayatının özetini yapar. Mezarın sahibi olan Ali Nalbantoğlu, “adsız sansız” ifadesiyle hayattayken görünmeyen, önemsiz biri olduğunu vurgular. Dünyada olduğu gibi, ölümünün ardından da bir şeyin değişmediğini, mezarda da sessiz, unutulmuş biri olmaya devam ettiğini belirtir.
“Vasiyetim mi?” dizesi retorik bir sorudur. Vasiyet beklentisini karşılamaz. Yazıtı okuyan kişi, mezar sahibinden bir vasiyet beklerken karşısına yokluk çıkar. Belki de buradan, olan olduktan sonra bir vasiyetin fayda etmeyeceği manasını çıkarabiliriz. Yetmiş dört sayısı, yalnızca bir yaşı değil; ömür dediğimiz yolda çekilen yükleri de ifade etmektedir. İçinde hayal kırıklıkları, yarım kalan sevinçler, yenilgiler, üstüne sinen yorgunluklar vardır. Onca yılın sonunda insan, hayatın ona verdiği bütün acıları anlatırken sanki omuzlarında dünyanın yükünü taşıdığını düşünür, dizelerdeki acı ve sitemi derinden hissederiz.
İlhan Berk bu şiirinde, sıradan bir hayatı şiirle ölümsüzleştirir. Şiirde hissedilen hüzün, acıklı bir yastan ziyade insanlığın paylaştığı sıradanlığın, gelip geçiciliğin fark edilmesinden kaynaklanan bir burukluktur. Şair için önemli olan bu yazıtın sanatsal olup olmaması değil, hayatın içinden bir parça olmasıdır. Dikkatli baktığımızda şiir, çevremizde görebileceğimiz en basit taşta bile var olabilmektedir.
Hilmi Yavuz – Yok Hükmündedir

bin şiirin yeşil atına
çileli ekim günlerini bir daha oku
acının ve gelinciğin kitaplığında
acı, yok hükmündedir
ölümün anayurdu bendedir
solgun idam fermânıdır ruzigâr
bir türkünün derin ağaçlığında
ölüm, yok hükmündedir
kuşlar ahî, gün yörüktür, vakt irişir
haylice sonbahar olur
gizli abdal diliyledir sevda
sevda, yok hükmündedir
Yok Hükmündedir şiiri, Hilmi Yavuz‘un Bedrettin Üzerine Şiirler dizgesinin giriş kısmını oluşturan bir şiiridir. Şiirin nakaratı olan “acı, yok hükmündedir/ ölüm, yok hükmündedir/ sevda, yok hükmündedir” dizeleri, “yok sayma” manasına değil; daha çok tasavvufi veya felsefi bir boşluğun farkındalığıdır. Dünyadaki acı, ölüm ve sevda, geçici ve sınırlıdır; gerçek olan daha sonsuz bir birlik ve varoluş alanıdır.
Turgut Uyar – Yaza Girmeden Yazda

yaza girmeden yazda ve ilkbaharda
suyun yattığı yatakta
kuşun çaldığı ıslıkta
elin sevgilim
elin
caddede sokakta ve hatta sonbaharda
mayısta ekimde hele ilkbaharda
pazar günü salı günü ve cuma
dağlarda kıyılarda
nerde olursa orda sevgilim
savaşta ve barışta
savaşta ve barışta
denizde ve karada
her zaman yazılır aşk şiiri
çünkü aşk yazılgandır
ve her zaman ortada
pazar perşembe cuma
ama elini tutunca
neden korkarım
bir su alır bedenimi götürür
mayısta ekimde hele sonbaharda
ey dünya kuşkusu gözleri maden sana
görkemli bir kente bakar gibi bakarım
bağışla
Şair şiire, “yaza girmeden yazda ve ilkbaharda” diyerek mevsimlerin doğrusal ilerlemediğini, aşkın mevsimleri birbirine kattığını belirtir. Bütün bu değişimler, sevgilinin eliyle tamam olur, gerçekleşir. Günler, mevsimler, mekânlar değişir ama sevgili her yerdedir. Mayıs; baharı ve tazeliği, Ekim ise; sonbaharı ve hüznü temsil eder. Birbirine zıt bu iki ayın birlikte gelmesiyle aşk, hem başlangıçları hem de bitişleri kapsar. “Yazılgandır” kelimesi ile aşkın bir kader, yazgı olduğu ifade edilir. Aynı zamanda aşk, yazıya dökülmüş şiire dönüşmüştür. Bundan dolayı aşk hem bireysel duygunun dışa vurumu hem de edebiyat ve sanatın en kadim teması olarak karşımıza çıkar.
Yaza Girmeden Yazda şiiri ile Turgut Uyar, aşık olan bir kişinin duygularını mevsimlerin geçişine benzetir. Aşık, sevdiği sayesinde ilkbahar ve yaz gibi hissedip neşelenebildiği, yeniden doğmuş gibi hissedebildiği gibi; sonbahar ve kış gibi de hissedip hüzünlenebilir, kırılabilir. İlkbaharda başlamış olduğu yeni, neşeli hayatını sonbaharda kaybedebilir. Aşığın sevgilisiyle paylaştığı anlar kişiye, Mayıs’ta sonbahar hüznünü, Ekim’de ilkbahar sevincini yaşatabilir.
Kaynakça:
- Uyar, Turgut. Büyük Saat. Ekim 2011, Yapı Kredi Yayınları
- Berk, İlhan. Toplu Şiirler. Mart 2003, Yapı Kredi Yayınları.
- Yavuz, Hilmi. Büyü’sün Yaz! Toplu Şiirler 1969-2005. Ocak 2007, Yapı Kredi Yayınları.


