Édouard Louis (doğum adı Eddy Bellegueule), 1992’de Fransa’nın kuzeyinde, işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı Amiens şehrinde dünyaya geldi. Yoksul bir ailede büyüyen Louis, çocukluk ve gençlik yıllarında sınıfsal eşitsizlik, homofobi ve toplumsal baskılarla mücadele etti. 2014’te yayımlanan En finir avec Eddy Bellegueule (Eddy’nin Sonu), onu bir anda edebiyat dünyasının dikkat çeken isimlerinden biri haline getirdi. Kitap, Fransa’da büyük yankı uyandırdı ve toplumsal tabular üzerine geniş bir tartışma başlattı.
Louis’nin eserleri, bireysel hikâyeleri sosyolojik analizlerle harmanlıyor. Pierre Bourdieu’nün sınıf teorisinden ve Michel Foucault’nun iktidar analizlerinden ilham alarak, eserlerinde toplumun bireyi nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor. Şiddetin Tarihi, Babamı Kim Öldürdü ve Değişmek: Bir Yöntem gibi diğer eserleri de bu temaları derinlemesine ele alıyor.
Sosyolojik Bakış Açısıyla Eddy’nin Sonu

Toplum, bireylere doğdukları andan itibaren belirli roller atıyor ve bu rollerin dışına çıkanlar genellikle dışlanma, baskı veya şiddetle karşılaşıyor. Eddy’nin Sonu, erkekliğin katı sınırlarını ve bu sınırların bireyler üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne seriyor. Eddy, içinde büyüdüğü çevrede “gerçek bir erkek” olmanın ne anlama geldiğini öğrenmek zorunda bırakılıyor ancak bu öğrenme süreci, özgür bir keşif alanından çok, baskıyla şekillendirilmiş bir zorunluluk hâlini alıyor. Erkeklik, burada yalnızca biyolojik bir olgu değil; şiddet, sertlik ve duygularını bastırma gibi toplumsal öğretilerle inşa edilen bir kimlik hâline geliyor.
Bu durum, sosyolog Raewyn Connell’in ortaya koyduğu hegemonik erkeklik kavramıyla doğrudan bağlantılı. Connell, toplumun yalnızca kadınlara değil, aynı zamanda erkekler arasında da belirli bir hiyerarşi kurduğunu ve bazı erkeklik türlerini daha üstün gördüğünü öne sürüyor. Bu çerçevede hegemonik erkeklik, güç, iktidar ve otoriteyle özdeşleştirilirken, bu normlara uymayan erkekler “eksik” veya “zayıf” olarak değerlendiriliyor. Eddy’nin feminen özellikler taşıdığı için dışlanması ve zorbalığa maruz kalması, yalnızca bireysel bir sorun değil, daha büyük bir toplumsal yapının yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Bu noktada önemli bir soru ortaya çıkıyor: Erkeklik, bireyin kendi içsel benliğiyle mi şekilleniyor yoksa toplum tarafından mı dayatılıyor? Eddy’nin deneyimi, bireyin kimliğini keşfetme sürecinde toplumun ne kadar belirleyici olduğunu gösteriyor. Onun varoluş mücadelesi, yalnızca kişisel bir arayış değil, hegemonik erkeklik normlarının sınırlarını zorlayan, bunları sorgulayan ve aşmaya çalışan bir anlatı.
Bu bağlamda Eddy’nin Sonu, yalnızca kişisel bir hikâye değil, aynı zamanda erkekliğin toplumsal inşasını, iktidarın nasıl işlediğini ve bireyin bu yapılar karşısında nasıl var olmaya çalıştığını sorgulayan güçlü bir sosyolojik yapıt haline geldi. Eddy’nin toplumun gözündeki yeri, onun her hareketiyle belirleniyor. Kendisi de bunu şu sözlerle anlatıyor: “Her zaman, her yerde, en küçük hareketlerimde bile yanlış olduğumu hissettiriyorlardı. Yürüyüşüm, ses tonum, gülüşüm… Kendimi değiştirmeye çalıştım. Onlara benzemek istedim. Ama ne yaparsam yapayım, hep fark ediliyordum.”
Baskının Kıskacında Bir Çocukluk

Bir çocuğun şekillenmesinde en büyük rolü ailesi ve çevresi oynamakta ama ya bu çevre, onu kendi kalıplarına zorla sığdırmaya çalışıyorsa? Eddy’nin Sonu, işte tam da böyle bir ortamda büyüyen bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Küçük bir taşra kasabasında erkekliğin sertlik, saldırganlık ve baskıyla tanımlandığı bir kültür içinde Eddy, kendisini var etmeye çalışıyor ancak farklı olması, onun dışlanmasına ve aşağılanmasına yol açıyor.
“Erkek dediğin böyle konuşmaz. Erkek dediğin böyle yürümez. Erkek dediğin böyle gülmez. Daha doğduğum andan itibaren erkek olmayı öğrenmem gerekiyordu. Ama hiçbir zaman başaramadım.”
Bir Adım Öteye
Bazı hikâyeler yalnızca bir yaşam öyküsü anlatmıyor, aynı zamanda evrensel bir gerçeği görünür kılıyor. Eddy’nin Sonu, yalnızca Édouard Louis’nin çocukluk travmalarını değil, toplumun dışladığı herkesin hikâyesini anlatıyor. Bu eser, toplum tarafından belirlenen kimliklere meydan okuyan herkesin sesini yükselttiği bir manifesto niteliğinde.
Kitabı bitirdiğimde, aklımda tek bir cümle yankılanıyordu: “Bir insan, yaşamak için kaç kimlik değiştirmek zorundadır?” Eddy’nin hikâyesi, sadece geçmişin değil, geleceğin de bir sorgulaması. Eğer kim olduğumuzu kendimiz belirleyemiyorsak, gerçekten özgür olabilir miyiz? Toplumun biçtiği rollerden sıyrılmak mümkün mü?
Bu soruların cevabını belki de en iyi, bir sabah erken saatlerde, sessiz bir sokakta yürürken buluruz. O an, hava ne çok sıcak ne de çok soğuktur; tıpkı geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalmış bir an gibi. Yol kenarındaki ağaçların hışırtısı ve adımlarımızın ritmi, bize bir gerçeği hatırlatır: Kendimize ulaşmak için yürüdüğümüz bu yol, başkalarının da geçtiği bir yoldur ve belki de bu yüzden, bir kitabın içinde, başkalarının da geçtiği bir yolda yürürken fark ederiz: Kendimize ulaşmak için çıktığımız bu yolculukta, aslında birbirimizi de buluruz. Toplumun dayattığı kimliklerden sıyrılmaya çalışırken yalnız olmadığımızı anlarız. Bu mücadele sadece bireysel değil, kolektif bir gerçektir ve belki de en büyük özgürlük, bu çarpışmanın içinde, birbirimize aynalık ettiğimiz noktada saklıdır.
Kaynakça
Louis, É. (2014). Eddy’nin Sonu (En finir avec Eddy Bellegueule). Paris: Seuil.
Louis, É. (2016). Şiddetin Tarihi (Histoire de la violence). Paris: Seuil.
Louis, É. (2018). Babamı Kim Öldürdü (Qui a tué mon père). Paris: Seuil.
Louis, É. (2021). Değişmek: Bir Yöntem (Changer: méthode). Paris: Seuil.
Connell, R. W. & Messerschmidt, J. W. (2005). Hegemonik erkeklik: Kavramın yeniden değerlendirilmesi (Hegemonic masculinity: Rethinking the concept). Gender & Society, 19(6), 829-859.
Bourdieu, P. (1984). Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi (Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste). Cambridge: Harvard University Press.
Connell, R. W. (1995). Erkeklikler (Masculinities). Cambridge: Polity Press.