İnsanlara farelerle temas etme veya pire ısırması sonucu bulaşan veba, Arapça kökenli bir kelimedir ve “salgın” anlamına gelir. Dünya üzerinde Justinyen vebası, Kara veba ve Bombay vebası olmak üzere üç büyük veba salgını olur.
Veba hastalığına neden olan bir sürü koşul vardır; kirlilik, yoksulluk, savaşlar, ticaret, iklim bu koşullardan bazılarıdır. Kurbanların son saatlerinde vücutlarının bazı yerlerinde kararmalar ve şişlikler ortaya çıkarttığı ve ölümle sonuçlandığı için Batı dünyasında “black death” (kara ölüm) şeklinde isimlendirilir.
Dünya edebiyatında veba birçok alanda kendini gösterir gerek distopik, kurgusal gerek anı şeklinde. Bunlar arasında herkes tarafından bilinen ilk örnek Albert Camus isimli yazarın Veba adlı kurgusal romanıdır. 1947’de yayımlanan Veba romanında Albert Camus salgınla mücadele eden insanların yaşadığı süreçleri anlatır. Cezayir doğumlu olan Albert Camus bu romanında belli bir tarihte, coğrafyada yeri belli olan bir mekanda, Oran şehrinde tarihi kayıtlara göre gerçekleşmemiş bir salgın hastalık olan vebanın insanları nasıl etkilediğini anlatır.
Kitabın giriş bölümünde Oran şehri güvercinsiz, ağaçsız, ruhsuz bir yer olarak tasvir edilir. Farelerin çeşitli yerlerde ölmeleri ilk başta pek anlam ifade etmez. Sonraları yavaş yavaş durum ortaya çıkar ve yayılmaya başlar. Dr. Rieux, valiliğe telefon ederek önlemlerin yetersiz olduğunu belirtir. Bunun üzerine valilik önlemleri sıklaştırır. İlk başta işe yarar ve sayı azalmaya başlar sonra tekrardan artmaya başlar. Valilik, veba salgınının ilan edilmesine ve şehrin giriş çıkışlarının kapatılmasına karar verir.
“Hayatın saçmalığını saptamak, bir sonuç değil aksine bir başlangıçtır.”
Oran şehrinin, olağanüstü “veba hali” ilan edildikten sonra dış dünya ile irtibatı kopar. Bu durumdan herkes farklı şekilde etkilenir. Kimileri korkar, kimileri çareyi kendini dine ve kiliseye adayarak bulur kimileri fırsattan istifade ederek düzenbazlık yaparak zengin olmaya çalışır. Bu insanların yanında, gözü pek, cesur, vebaya karşı savaşmayı seçen insanlar da vardır. O insanlardan biri Dr. Rieux’tur. Başka bir şehirde hasta olan karısının yanına gitme gibi bir imkanı varken gitmeyip şehirde kalmayı tercih eder.
Veba salgınına karşın insanlar ilk başta kendilerini çaresiz hissedip isyan ederler. Sonra toplu olarak dayanışma içinde olup vebaya başkaldırırlar. Bu roman yazarın “Baş kaldırıyorum, öyleyse varız.” felsefesinin temsilidir. Sokrates, Camus için “Saçmalığın Descartes’i” der.
“Şehrimizin insanları…. Geleceği, gidiş gelişleri, tartışmaları yok eden bir veba salgınını nereden akıllarına getirebilirlerdi? Kendilerini hür sanıyorlardı; oysa felaketler oldukça, kimse hür değildir!”
Veba hastalığını konu edinen bir diğer roman Jack London’ın Kızıl Veba romanıdır. Modern edebiyatın ilk post apokaliptik metinlerinden biri olarak kabul edilen bu roman, veba salgınının insan ırkını neredeyse tamamen yeryüzünden silmesini, ilkel yaşama dönüşü konu edinir. James Howard Smith adlı yaşlı bir profesörün ağzından torunlarına anlatılan anı türünde bir romandır. Kızıl vebanın olduğu dönemde uygarlık yok olur, ilkel yaşantılar başlar, hayatta kalmak için insanlar tarım ve hayvancılıkla uğraşır.
Londra’ da 1665 yılındaki veba salgını sırasında yaşanan olayların gözlem ve kayıtlarını sunan kitap Daniel Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü adlı kitabıdır. Kitapta vebayla, insanların tepkileriyle, kurallar ve yasaklarla ilgili gözümüze çarpan birçok detay vardır. Hastalık, ilk başta sadece bazı bölgelerde görülür ve diğer bölgelerde yaşayan zengin insanlar, özellikle soylular yanlarına uşaklarını alıp alışılmadık bir şekilde şehri terk eder. Hasta olan evler kapatılır ve bu evlerin kapısının ortasına iyice görünecek biçimde, bir ayak uzunluğunda kırmızı bir haç işareti çizilir ve “ Tanrım merhametini bizden esirgeme” sözleri yazılır. Eğer bu evde vebadan ölen biri olursa ölünün gömülmesi için uygun saat beklenir ve yanında kilise yetkilileri ve polis dışında kimse olmaz. Bütün mezarlar en az altı ayak derinliğindedir.
Böyle bir felaketin ortasında giderek tuhaflıklar artar ve insanlar kehanetlere, astrolojik uydurmalara, rüyalara ve kocakarı hikayelerine inanmaya başlar. Kötüyü düşünen insanlar daha öncede vardır ama böyle bir dönemde daha da artar.
Haftalık ölüm listesi geldiğinde bazı vakaların vebadan değil de korkudan olduğu görülür. Korkudan ölenlerin yanında, aklını kaçıranlar ve hafızalarını kaybedenler vardır.
“Ölümün hepimize bu denli yakın olmasının içimizdeki tüm sevgiyi ve başkalarına gösterdiğimiz bütün ilgiyi alıp götürmemesine şaşmamak gerekir.”
Konusu veba olan bir diğer eser Sean Martin’in Kara Ölüm Orta Çağ’da Veba adlı kitabıdır. Kronolojik sırayla alan taraması yapılarak oluşturulan eser, ekim 1347’de Sicilya’dan Avrupa’ya giriş yapan vebayı konu edinir. İlk başta vebayı tanıtır ve bölge bölge neler yaşandığını anlatır.
Avrupa nüfusunu yarıya düşüren salgını, soykırımları, sosyolojik ve psikolojik bozuklukları, ırk ve sınıf ayrımlarını, insanın insana yabancılaşmasını bizlere sunar. Doktorların giydikleri ayırt edici “kuş maskeli” cübbelerden bahseder. Bu maskeler vebadan korunmak için balmumuyla astarlanmış olup maskenin gaga kısmı aromatik bitkilerle donatılır. İnsanlar bu salgın sürecinde hastaları ziyaret etmekten korkar ve ölüler uygun olmayan törenlerle gömülür. Hatta ebeveynler bile çocuklarını yabancılara aitmiş gibi terk eder ve ölümle baş başa bırakırlar.
“ Ey, böylesine sonsuz bir bela yaşamayacak ve tanıklığımıza masal gözüyle bakacak olan gelecek mutlu nesiller.”
Dünya edebiyatının ilk hikayecisi olan Giovanni Boccaccio, Decameron adlı kitabının ilk kısmında vebadan bahseder. Döneme şahit olan Boccaccio şehirden kaçıp Toskana kırsallarında saklanır ve bu durum onun için ilham kaynağı olur. Decameron, Floransa şehrindeki vebadan kaçıp kırsala sığınan on kişilik bir grubun birbirine anlattığı hikayelerden oluşan bir kitaptır. Boccacio, eserine kara veba döneminin korkunç resmini çizerek başlar. Sokaklarda çürüyen cesetlerden, kurbanların siyah çürüklerinden, ölümün her gün daha da normal bir şey gibi algılanmasından bahseder.
Bazı insanlar evlerine çekilip kimseyle görüşmemeyi tercih ederken bunun tam tersini düşünenler de vardır. Bu kesim yarına çıkmayacak gibi yaşar, meyhane meyhane gezip gününü gün eder ve her türlü zevkin tadına bakar. Salgından en çok da aşağı tabakadan olanlar etkilenir. Hiçbir tedavi almadan, bakım yüzü göremeden ölürler. Ölüler gömülürken pek kimse bulunmaz, para karşılığı kendilerine definci diyen grup acele bir şekilde ölüyü boş bir mezara bırakır.
“Ah, bir zamanlar hizmetçilerle, beylerle, hanımlarla dolup taşan nice büyük saraylar, nice güzel evler, göz alıcı bütün konaklar bomboş kalmıştı! En toy uşak da dahil olmak üzere kimseler yoktu artık içlerinde. Hatırlamaya değer nice soylu aileler, uçsuz bucaksız servetler, dillere destan zenginlikler mirasçısız kalmıştı.” (Decameron s.19)