Çağdaş Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı son kitabında modern dünyada yaşayan insanların yüzlerine doğum lekesi gibi yerleşen gülümsemelerin izini sürerek sıkıntılarını, hatıralarla yüzleşmelerini, yalnızlaşmalarını konu ediniyor. Birbirinden farklı karakterlerin öykülerini okuduğumuz kitaptan alıntıları sizler için derledik.
- Yaşamın bütün tekliflerini nazikçe geri çevirdim. Ben öteki çocuğum, boş bir defterin önündeyim, içimden konuşuyorum. (s. 7)
- O anlatıyordu, ben dinliyordum. Daha önce de birçok kez dinlediğim, gayet iyi bildiğim bütün bu hikayeler, bu hatıralar bana onarıp temizlemeye çalıştığımız panonun birer parçasıymış gibi geliyordu. Annem kendi hayatının kimisi kırık dökük, kimisi güzelce sırlanmış, kimisi karanlık, kimisi ümitli parçalarını da panoya ekliyordu. (s. 15)
- Bir bütünlük arıyorum çünkü kendimi darmadağınık hissediyorum, dağılarak yok olacakmışım gibi hissediyorum. (s. 18)
- “Ona varlıkları ve keçeli kalemleri azaltmanın bir işe yaramayacağını söylerdim. Resimde bütünlüğe ulaşmak istiyorsan, derdim, boşluğa tahammül etmen gerek. Kağıttaki boşlukla baş etmeyi öğren!” (s. 20)
- Peki bütünlüğü ne pahasına elde ettin? Kendisi cevaplardı: Yalnız kalmak pahasına! Bak, yapayalnızsın! Gerçeğin böyle aniden ortaya çıkmasıyla afallar, o da ben de susardık. Yutkunurduk. Gözlerimiz dolardı. Sonra Ceren, herkesi uzaklaştırdın kendinden, kimseyi beğenmedin, ne ailen var şimdi ne de sevgilin, diye çocukça isyan ederdi. Keçeli kalem takımını eline alır, bir an takımı olduğu gibi yere çalmayı düşünür ama kıyamazdı. Elli yaşına geliyorsun, derdi. Neredeyse elli yaşındasın ve hayatındaki boşlukla baş edebilmek için on yaşındaki halinle konuşmaya çabalıyorsun. Sence bu olağan mı, diye sormayı düşünüp vazgeçerdi. (s. 22)
- Kadınlar acı gerçekleri bütün açıklığıyla görür ve hemen saklarlar. Öyle bir saklarlar ki sonra kendileri bile bulamaz. (s. 35)
- Annem öleli çok oldu ama ben hala onu yatıştırmaya çalışıyorum. Martın sonlarında kasımın ortalarına doğru elimi uzatıyorum, annemin sonbaharda iyice zayıflamış saçına bademyağı sürüyorum, kulağına bir şeyler fısıldıyorum. Gören ninni diye düşünür, dua diye düşünür. Oysa ne ninni ne de dua… (s. 36)
- “Gerçeğin ne olduğunu bizzat yaşayıp görünce,” dedim sesim titreyerek, “insan sözcükleri gerçek anlamlarının dışında kullanmayı bence gerçeğe bir çeşit başkaldırı olarak benimsiyor. Gerçeği aşmak veya gerçeğin yarattığı hayal kırıklıklarını hafifletmek için mecazlara başvuruyor.” (s. 40)
- Hayatında kelimelerden daha kuvvetli, daha gerçek bir şey kalmamıştı. (s. 49)
- “Yaşadığımızı anlamak telaşıyla…” diyor sakallı genç. “Bekliyoruz… Varlığımıza ikna olmak umuduyla bekliyoruz… Kısacık bir an için de olsa, ölmeden az önce de olsa varlığımıza ikna olmak umuduyla…” (s. 61)
- “Saatler masumdur,” diyor. “Günler, aylar masumdur.” Ama sonunda hepsi bir olup karşısına çıkan her şeyi öldürür. İnsan yine de bu kumarı sürdürür. (s. 61)
- Otuzlarının sonundaki birine baktığında dans ediyor sanırsın oysa tökezliyordur, demiştin sen. Belkıs gülümsemiş, biz birbirimizi düşerken bulduk, demişti. (s. 65)
- Sevilmeye, ilgi ve değer görmeye aç biri… Böyle insanlar bana sadece kalbimizi değil, ciğerimizi de söküp alacaklarmış gibi geliyor. (s. 68)
- Ruh ile bedenin birliği âşık olduğumuzda deneyimlediğimiz, ikna olduğumuz bir birliktir. Ama bunu kendimizde değil, âşık olduğumuz insanda deneyimleriz. Ona bakar ve böyle bir ruh tam da böyle bir bedende bulunur, deriz. (s. 69)
- Her şey çok hızlı değişiyor ve geçmiş, gülünç şeylerin yaşandığı derme çatma bir sahneye dönüşüyor. Artık geride kalan her şey gülünç! (s. 71)
- Benden önce ölmeyeceksin, söz ver!” demişti parkta o gece Funda, göz kamaştırıcı bir keder ve kararlılıkla. İki genç aşık, sevgimizi birbirimize göstermenin çeşit çeşit yolunu arayıp bulmakla geçiriyorduk günlerimizi. (s. 72)
- Okur olmak bile kolay değildi. Dünyanın bütün kitaplarını okumak, bütün yazarlarını bilmek, tanımak zorundaydık. Camus okumadan insanları sevmek, Canetti okumadan insanlardan nefret etmek, Tanpınar okumadan huzurlu bir deli olmak mümkün değildi. (s. 73)
- Kitaplığımdaki kitaplar bile bitap düşmüştü. Okuduğum ve okunmayı bekleyen bütün kitaplar, olmayı umduğum insanı yaratmaya, biçimlendirmeye çalışmaktan bitap düşmüşlerdi. Oysa Funda’nın kitaplığındaki kitaplar onun kişiliğinin, hayatının doğal bir parçasıdır, diye düşünüyordum, onun zihninin ve bedeninin doğal bir uzantısıdır. (s. 75)
- Verdiğim sözü tutamadım, verdiğim sözleri tutamadım. Kaybım çok büyük… Tutulmayan sözler gelecek günlerin takvimden silinmesine sebep oluyor. Pazartesi var, salı var ama çarşamba yok mesela, ayın beşi var, altısı yok. Günlerim eksik, eksiliyor. (s. 76)
- Adam gitgide yalnızlaşıyor, hırçınlaşıyor ve belleği zayıfladığı için değil de yeni şeyler yaşamadığı için takılmış plak gibi hep aynı şeyleri anlatıp duruyordu. (s. 77)
- O boşluk içimize yerleşiyor, içimizde saklanıyor ve düşünürken, konuşurken başvurduğunuz sözcüklere ilgisiz yankılar ekliyor, ilgisiz heceler. Sözcüklerle düşünmek, konuşmak zorlaşıyor, belki de anlamsızlaşıyor. Kimse bizi anlamıyor, biz de kendimizi anlamıyoruz. (s. 97)
- İnsanların birbirlerini anlamalarının zorluğu da kolaylığı da eşit derecede öfkelendirir seni. Sakince çekilivermek istersin kabuğuna, insanlardan uzağa. (s. 99)
Barış Bıçakçı, Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme, İletişim Yayınları, 2021.