Sinemanın en özgür ve şiirsel hali olan deneysel sinema, izleyicileri farklı bir deneyime çağırıyor. Bu benzersiz dünyada kameralar bir tuvale dönüşüyor ve alışılmışın dışında bir yolculuk vaat ediyor. Hikayenin yıllar öncesine gidersek, tekdüzeliğe katlanamayan, rüyalarda yaşayan sanatçıların tam bağımsızlıkla çıkardığı işlere tanıklık ediyoruz. İşte bugün sinema tarihinin en yaramaz ve ele avuca sığmayan alanı ile karşı karşıyayız: Deneysel Sinema!
Deneysel Sinema Nedir?: Nasıl Tanımlayacağız?

Sinemanın 19. yüzyılın sonlarında doğuşu, yalnızca teknik bir buluş değil, aynı zamanda evrensel bir ifade arayışıydı. Lumière Kardeşler’in “Bir Trenin La Ciotat’a Girişi“ (1895), gerçekliği kaydetme işleviyle sınırlıyken, kısa sürede sanatçılar bu yeni mecrayı duyguları, düşünceleri ve kolektif bilinçaltını yansıtmak için kullanmaya başladı. Bu süreçte deneysel sinema, farklı ülkelerden sanatçıların geleneksel anlatı kalıplarını reddederek ortak bir dil yaratma çabası olarak ortaya çıktı.
Bu yeni dil kalıplara sığmadığı gibi yer yer farklı isimlendirmeler aldı.Örneğin Amerika’da “underground cinema” terimi kullanılırken, Fransa’da ” avant-garde” terimi daha yaygın kullanıldı. Türkiye’de ise net bir isimlendirme olmamasına karşın, bildiğimiz ismiyle deneysel sinema, günümüzdeki yerini belirlerken yer yer “bağımsız film-sanat filmi” gibi isimlendirmeler de aldı. Yine de bir deneysel filme isimlendirme yapmadan önce, film yönetmeninin filmini hangi kategoride değerlendirdiğini öğrenmekte fayda var.
Deneysel Sinemanın Doğuşu: İlk Deneysel Adımlar

Deneysel sinemanın kökleri, sinemanın ilk zamanlarına kadar uzanıyor. 1800’lerin sonunda Georges Méliès, kamerayı sadece bir hikaye anlatmak için değil, hayal gücünü ifade etmek için de kullandı. 1902 yapımı Aya Yolculuk, özel efektleri ve sahne tasarımıyla bu yaklaşımın en erken örneklerinden biri sayılır.
Avangard Devrim: Sinemada Deneysel Çalışmalara Etkisi

1920’ler ise sanat dünyasında büyük bir değişimin yaşandığı yıllardı. Dada’nın isyankâr tarzı, Sürrealizm’in bilinçaltına inen yolculukları, Ekspresyonizm’in içsel çatışmaları ve Konstrüktivizm’in mekanik estetiği, sanatı her yönden etkiliyordu. Bu güçlü akımlar sinemaya da sıçradı. Sanatçılar artık kamerayı bir tuval olarak görüp kullanmaya başladı.
Man Ray ışıkla deneyler yaptı, Hans Richter soyut şekillerle ritim kurdu, Viking Eggeling ise sinemayı adeta görsel bir müzik şölenine dönüştürmeye çalıştı. Eggeling’in Symphonie Diagonale’si, ritim ve hareketi senfoni haline getirirken, Richter’in Rhythmus 21’i ise sanki hareket eden bir tabloyu izliyormuş hissi veriyordu. Sinema, bu dönemde resim ve plastik sanatlarla doğal bir bağ kurdu ve yepyeni bir ifade dili kazanarak kendine bir yer edinmeyi başardı.
Bu sanatçıların her biri avangart sinemanın öncüleri olmakla birlikte deneysel sinemanın örneklerini vermemiz gerektiğinde aklımıza gelen oldukça ikonik başka filmler de bulunmaktadır:
Geçmişte Kalanlar: Deneysel Sinemaya Işık Tutan Filmler
Un Chien Andalou: Deneysel Sinemanın Manifestosu

Salvador Dalí ile birlikte tasarlanan Un Chien Andalou, bir gözün jiletle kesilmesi gibi unutulmaz ve rahatsız edici imgelerle dolu. İsmi Fransızca “Bir Endülüs Köpeği” anlamına gelir ama filmin içinde ne köpek vardır ne de Endülüs geçer. Çünkü film, gerçeklikten ve mantıktan kopuk olmayı tam bilinçli şekilde tercih eder. Luis Buñuel‘in zihninden çıkan ve rüya mantığıyla ilerleyen yapısı, bilinçaltının karanlık dehlizlerine dalıyor ve izleyiciyi geleneksel anlatının dışında tamamen özgür bir deneyime davet ediyor.
Dog Star Man: Doğanın ve Kozmosun İzdüşümü

El ile boyanmış film kareleri, hızlandırılmış montaj teknikleri ve doğaya dair organik imgelerle bezeli bu film, bir adamın doğaya yolculuğu üzerinden evrenin, yaşamın ve insan bilincinin döngüsünü anlatır. Stan Brakhage bu filmiyle saf duygu ve algı deneyimi sunuyor.
Meshes of the Afternoon: Kadın Bilincinde Dolaşan Gölge

Dansçı Maya Deren‘in tüm kalbini ve zihnini ortaya koyarak ortaya çıkardığı deneysel anlatı biçimi, geçmişten günümüze kendisini konuşturmuştur. Tekrarlayan sahneler, bireysel parçalanmayı temsil eden aynalar ve içsel şiddetle ortaya çıkan sembolik bıçak görüntüleriyle 1943 yapımı Meshes of The Afternoon, bir kadının iç dünyasında geçen bir düş yolculuğunu anlatır. Kadın, evine gelir ve sıradan bir günü yaşar gibi görünür; fakat aynı sahneler farklı şekillerde tekrar etmeye başlar. Bu film aynı zamanda bir kadın perspektifinden yaratılan ilk deneysel film olma özelliği taşır.
Eraserhead: Kabusun Estetiği

Siyah-beyaz görüntüler, mekanik sesler ve tuhaf karakterlerle örülü bu yapım, David Lynch’in karakteristik üslubunun ilk örneklerinden. Eraserhead, bir babanın korkularını ve yabancılaşma duygusunu absürt bir dille anlatıyor. Eleştirmenler tarafından bir ebeveynlik korkusu olarak daraltılan konusu Lynch için çok farklı duygu durumlarını barındırır. Kendisi bu filmle ilgili Catching the Big Fish adlı kitabında kendisinin “en spiritüel filmi” olarak nitelendirmiş ve İncil’den etkilendiğini belirtmiştir.
Deneysel Sinema’nın Tarifi: Anlatılar ve Biçimlerle Gelen Dönüşüm
Sinemada yeni bir anlayış ortaya çıkmasına rağmen bitmeyen tartışmaların sebebi olan bir soru vardı: Deneysel film kategorisine nasıl karar vereceğiz?
1. Film Materyali Üzerinde Fiziksel Müdahaleler

Geleneksel film bantlarının elle boyanması, fırçayla dokular oluşturulması, kimyasallarla aşındırılması veya fiziksel olarak delinip zımparalanması gibi teknikler, özellikle ilk dönem deneysel filmlerinin en çok kullanılan yöntemlerinden olmuştur. Ne yazık ki, dijital dönüşümle birlikte bu analog yöntemler giderek daha az kullanılmaktadır. Ne var ki son zamanlarda özellikle yurt dışında çalışan multidisipliner artistlerin bu yöntemleri kullanarak oluşturduğu deneysel video-film çalışmalarına rastlamak mümkündür.
2. Film Biçiminde Denemeler

Kurgu tekniklerinin alışılmışın dışında kullanımı, kostüm ve dekor tasarımlarında radikal tercihler, görüntü yönetiminde sıra dışı yaklaşımlar ve deneysel ses-müzik kullanımları, gördüğümüz yerde deneysel sinemayı ayırt etmemizi sağlayan unsurlardan bazılarıdır. Teknik unsurların ve gelenekselliğin sorgulanması sonucunda gelen dönüşümü, deneysel sinemanın en canlı bölümünü oluşturur.
3. Anlatısal ve İçeriksel Deneysellik

Dramatik kurgunun bilinçli olarak bozulması, geleneksel hikaye anlatım kalıplarının reddedilmesi ve alternatif anlatı yapılarının denenmesi ile karşılaşmak mümkündür. Günümüzde ise anlatı kurulmadan önce yapılan kurgusal ve görsel çalışmalar gün sonunda hikayedeki eksikliği daha belirgin hale getiriyor. Özellikle kurgu tekniklerinin dijitalde sürdürülebilir olması, bu alanda üretim yapmak isteyen kişilerin bir anlatı kurmak yerine teknikleri doğrudan seyirciye savurmasına ve bu anlatı dilinin yalnızca sinematografide yaşayıp gitmesine sebep oluyor.
Kaynakça
Öne çıkarılan görsel: MUBI
- Oktaygil, Erdem. DENEYSEL SİNEMA TÜRÜ Ve TÜRKİYE’ DE DENEYSEL FİLM ÇALIŞMALARI. Web. Erişim tarihi: 12 Temmuz 2025
- Toydemir, Hasan Hüseyin. “Gölgeler Ve Rüyaların Avant-Garde Anlatıcısı Maya Deren.” ResearchGate, Dec. 2020, Web. A. L. (2011). A History of Experimental Film and Video. British Film Institute. Erişim tarihi: 12 Temmuz 2025
- “Visionary Film : The American Avant-garde, 1943-2000 : Sitney, P. Adams : Free Download, Borrow, and Streaming : Internet Archive.” Internet Archive, 2002, Web. Erişim tarihi: 12 Temmuz 2025
- Tan Tolga Demirci. “AFSAD Deneysel Sinema Söyleşisi.” YouTube, 11 May 2021. Erişim tarihi: 12 Temmuz 2025
- Sitney, P. Adams. Visionary Film: The American Avant-Garde, 1943–2000. Oxford University Press, 2002
Her dönemde kalıpların dışına çıkan özgün kişiler sayesinde hayal gücünün derinliğinin somut bir şekilde karşımıza çıkması çok hoş bir deneyim. Deneysel sinema da aynı şekilde geleneksel kalıpları yıkarak yeni bir bakış açısı kazandırıyor. Akıcı ve öğretici bir yazı olmuş elinize sağlık efendim.