Bugün odağımda Oscar ödüllü senarist Thomas H. Schulman‘ın kaleminden ve Peter Weir‘ın merceğinden ekranlarımıza çıka gelen efsanevi Dead Poets Society var. Bu 1989 yapımı Amerikan “reşit olma öyküsü”, yüreklerimizi dağlarken alt metninde bizlere patriyarka eleştirisini birçok yönden fısıldıyor. Eser, büyüğüyle ve küçüğüyle herkes tarafından sevilmiş olacak ki 1989 yılının hasılatı en büyük beşinci filmi olma başarısını gösteriyor. Kadrosunda ise Good Will Hunting ve Jumanji gibi yapımlarla gönüllerimizde taht kurmuş olan Robin Williams ve Before Sunrise‘dan tanıdığımız Ethan Hawke gibi isimler var.
Patriyarka ve Yoksul Ruhlar
Gri bir şehir düşünün. Tümüyle erkek egemen olan bir sistemle yönetilen, insanların gülümsemediği ve estetik zevkin hor görülerek itilip kakıldığı beton bir şehir. Cyberpunk bir çehre ve müspet ilminin çelik, soğuk yumruğunun insani zevkleri yok ettiği ancak bu ilimin subjelerinin de sadece ona bağlı olduğu bir toplum. İşte Dead Poets Society‘yi izlerken aklımda canlanan yapı bundan farksızdı. Anlatı, bahsettiğim yapının en ileri karakollarından biri olma rolünü üstlenen Birleşik Devletlerin Vermont eyaletindeki Welton Academy‘de başlıyor. Ancak bu okulun yapısını anlamak için öyle filmin geri kalanını izlemeye pek de gerek yok.
Anlatıya adımınızı atmanızın üzerinden çok geçmeden Academy‘deki yapıyı anlayabiliyorsunuz. Patriyarkanın merkeze alındığı kurumda sistemin birçok ayağına şahit oluyoruz. Okulda beyazlar dışında farklı bir ırkı görmememiz beyaz üstünlükçülüğü, erkekler dışında hiç kadının bulunmaması, kadın karşıtlığını ve böyle bir kafa yapısıyla yetiştirilen erkek öğrencilerin – filmde bahsedildiği üzere – %75’inin, Amerika’nın en prestijli üniversite topluluğu olan IVY League’e yerleştirilip bu mentalitenin yöneten elitleri sistematik olarak nasıl işgal ettiğini yapım bize birkaç dakikada özetliyor.
Okulda görevli olarak tek tük kadın bulunması kadın karşıtlığını gözümüze daha çok sokarken süre gelen vakanın daha derin bir halini ilerledikçe görüyoruz. Eşitlik yerine onur gibi değerlerin altını çizen, sorgulama gibi kavramların yerini salt bağlılığa bırakmasının üzerinde duran, bunlar üzerinden de kilise ve “ışığın çocuğu olma” gibi Hristiyanlığın dini değerlerini ve geleneksel erkeklik idealini vurgulayan bu erkek ve erkekliği yücelten oluşumla ilerlemeci değerleri terk edip kendilerini muhafazakar bir çerçeveye oturtuyorlar. Benim en ilgimi çeken detay ise cinsiyet normlarıyla ilişkilendirilen heteroseksist yapıyı baltalayan kuir görünürlüğünü sadece alt metinden ve belirsiz bir şekilde işleyerek bize okulun “değer” olarak saydıklarının diğer bir yüzünü gösterilmesiydi. Patriyarkanın feminenlikle ilişkilendirdiği ilgili ve sevimli ebeveyn portresine filmde gördüğümüz tipik baskıcı baba modelinin uymaması da verilmek istenen eleştiriyi güçlendiriyor. Ancak bir karakter -John Keating- tüm bu tasvir ettiğim şehir modelinde yeşil ve hayat dolu bir üzüm fidesinin çıkmasında can suyu olacak.
“Carpe diem, anı yakalayın çocuklar. Hayatınızı sıra dışı hale getirin.”
“Carpe Diem!” Kanımca filmde geçen en etkili kelime bu, “Anın tadını çıkar!“. O kadar etkili ki aslında bize filmin ipuçlarını veriyor. Her şey Welton Academy‘ye Robin Williams‘ın canlandırdığı John Keating adındaki bir edebiyat öğretmeninin gelmesiyle başlıyor. Keating, okulun diğer hocalarından “biraz” farklı ve okulun merkezindeki ataerkil yapının temeline dinamit döşemekte kararlı. Kendisi okulun ideolojisine şüphesiz ki uymuyor: öğrencileriyle duygusal öğretmen – öğrenci ilişkisi içerisine giriyor, onları baba gibi önemsiyor, bu gri ve soğuk şehrin içinden büyüttüğü tek canlı olan üzüm bağının şarabından onlara ikram ediyor. Şarabının ismi ise Carpe Diem. Çocukları gibi sevdiği öğrencilere kendi elleriyle yetiştirdiği üzüm bağının şarabını vererek onlara kendilerini dinlemelerini ve içlerindeki cevheri açığa çıkarmalarını öğütlüyor, onları özgürlüğün kollarına bırakıyor adeta. Tüm bunlar olurken herkes gibi onların da yola çıktıkları bir sloganları var: “Kendi yolunuzu takip edin, ne derlerse desinler ne düşünürse düşünsünler.” Ve böyle de oluyor. Knox aşkının peşinden koşuyor, Todd şiir yeteneğini dışa vuruyor ve Neil ise oyunculuk sevdasının peşini bırakmamaya karar veriyor.
Hikayemizde sisteme karşı gelmenin bayrağını en önde taşıyan kişi Neil. Karşı gelmek derken yanlış anlaşılmasın. Neil bu sistemin bir parçası, öyle sıradan bir parçası da değil. Bu sistemi yerle bir etme misyonunda da değil. O, bu sistemin çizdiği sınırlar içerisinde oynamayı tercih ediyor. Ne var ki kendisine çizilen sınırlar diğerlerinden daha dar. Bunun ve Neil’ın sıradan bir “parça” olmamasının sebebi ise babası. Neil’ı Welton Academy’e yazdırıken büyük zorluklar çekmesi, karakterimizin çok çalışmasına ve okulun, doğal olarak da bu sistemin en gözde “parçalarından” olmasına sebebiyet vermiş. Ancak her şeyin bir bedeli vardır. Neil’ın bu hikayede ödediği bedel ise çok bağlı olduğu tiyatro sevdası. Zira arketipik YA movie (young adults movie) rolünü üstendiğini gördüğümüz baba, Neil’ın bu sevdasının karşısında duvar gibi duruyor ve ona geçit vermiyor.
Lakin gelin görün ki işler sarpa sarmaya ve gençler yavaş yavaş bu Carpe Diem şarabından sarhoş olmaya başlıyorlar. Sarhoşluk her ne kadar onlara dünyayı farklı bir açıdan gösterse de onları alkolik yapmaya başlıyor ve daha öncesinde Keating‘in üye olduğu geçmişin derinliklerinden, okulun karanlığından gelen Ölü Ozanlar Derneği’ni, Dead Poets Society‘yi yeniden canlandırıyorlar. Zamanın birtakım “marjinal” öğrencisinin oluşturduğu bu topluluk, okulun yaman geleneklerine dayanamayıp yok olmuş. Fakat Keating’in okula dönüşüyle geride bırakılan izleri bulan Neil ve arkadaşları bu gizli şiir topluluğuyla okula savaş bayrağı açıyorlar ve işler sarpa sarmaya başlıyor
“Kalbinizin sesini dinleyin, asla yanılmazsınız.”
Bağımlılık bir balon gibidir. Tipik bağımlı insanlar miktarı sürekli arttırırlar, bazıları hayati sınırı geçmez. Ancak bazıları için durum pek te böyle değildir, balon şişer şişer ve en sonunda patlar. Ölü Ozanlar Derneği “üyeleri” için ise bu durum maalesef ikincisi gibi oluyor. Özgürlüğün sıcak kollarına alışan öğrenciler, Carpe Diem şarabını fazla kaçırıyorlar ve içlerinden biri topluluklarının varlığını açık ediyor. Yaşanan olaylardan sonra doğal olarak gözler Keating ve grubun üzerine çevriliyor lakin daha kötüsü henüz gelmedi. Sarhoşluğunun doruklarında olan Neil, kendisinin oyunculuk aşkını bilen babasıyla tartışarak bir oyunda yer alıyor. Ancak göz kamaştıran ve büyük ilgi toplayan oyunculuğuna rağmen babasıyla ayrı düşüyorlar ve yaşananların sonucunda babası onu askeri akademiye yazdırmaya karar veriyor. Fakat bütün bunlardan sonra sarhoşluğun fazla geldiği ve artık ayık olmanın acı verdiği Neil intihar ediyor, tabiri yerindeyse yüksek doz yüzünden hayata gözlerini yumuyor.
“O’ Captain! My Captain!”
Aşırı dozdan kaynaklanan ölümlerin sorumlusu kimdir? Barmen mi? Alkolik olan ya da onu alkolik yapan mı? Bu sorunun cevabını hikayede alamasak da suçlanan tek bir kişi var, John Keating. Grubun üyelerinden birinin öğretmenin aleyhine ifade vermesi ve diğer insanların zoraki onayıyla Keating okuldan tahliye ediliyor. Perişan olan birçok kişinin arasından Neil‘ın ölümüyle en çok yıkılan kişilerden biri de Todd oluyor. Filmin birçok sahnesinde alt metinden işlenen aşkları, ataerkil yapının kendine tehdit oluşturan her şeyi yıkıp geçmesinden nasibini alıyor.
Yapımın en duygusal sahnelerinden birinde Neil gerek vefası yüzünden gerekse sisteme olan doğal öfkesinden, Keating‘in çocukların gözünü açtığı anlardan olan masaya çıkma hareketiyle öğretmenine veda ediyor ve hikayemiz bu sahneyle sona eriyor. Aklımda kalan sorulardan mı yoksa birçok yönden yarım kalmışlıktan mı bilinmez bittiğinde içimde bitmemiş bir şeyler hissettim ve etkisinden bir süre çıkamadım. Filmden sonra ise aklımda sürekli Don McLean’dan Miss American Pie çaldı: Someting touched me deep inside – The day the music died – So ,bye-bye, Miss American Pie
Fragmanı izlemek isterseniz:
Kaynakça:
Dwyer, Matthew. “Dead Poets Society Steals a Queer Story.” Incluvie, 16.09.2024 www.incluvie.com/articles/dead-poets-society-steals-a-queer-story.