Mistik ezgilerin masalı Dead Can Dance, deneysel ve eşsiz bir deneyim sunmakta. 1984 yılında Lisa Gerrald ve Brendan Perry, çizgisini günümüze dek koruyacak olan çalışmalarını küresel bir vizyonla bir araya getirdiler. Çeşitli türlerden ve farklı kültürlerin ezgilerinden ilham alarak çıktıkları müzikal yolculuklarıyla dinleyicilerini kendine özgü atmosferik kompozisyonlarının mistik serüvenine davet ettiler.
Ritim ve Rüya Eşliğinde Bir Yolculuk
Dead Can Dance, solo müzikal kariyelerini hali hazırda devam ettirmekte olan iki Avustralyalı müzisyen Lisa Gerrald ve Brandon Perry tarafından 1984 yılında kuruldu. İkilinin müzikal vizyonları gereği Dead Can Dance’in kendine özgü müzikal tarzı ritim ve ambiyans odaklıydı. Onlar sözün anlamından çok müzikalitesine odaklandılar. Albümlerinin büyük çoğunluğunu enstrümantal parçalardan, ölü dillerin ve anlamı bilinmeyen seslerin örgüsünden oluşturdular. Müziklerinin dokusuyla zaman yolculuğunun kapılarını aralayarak dinleyicilerinin kalplerine dokundular.
Dead Can Dance‘in müziği, Orta Çağ‘dan Orta Doğu ve Akdeniz ezgilerine, geleneksel ve modern unsurlara kadar geniş bir yelpazeden ilham alır. Grubun eserleri, neo-klasik dokunuşları, dark wave’in melankolik çizgilerini, dünya müziğinin zenginliklerini ve art rock’ın deneysel unsurlarını bir araya getirir. Avant-garde gothic rock ve post-punk etkileri, onların müziğinde derin ve duygusal bir katman haline gelirken dinleyiciyi sürükleyici bir müzikal deneyime taşır.
Kral Arthur ve Gladyatör gibi filmlerin müziklerinden radyolara kadar pek çok yerde rastlamış olabileceğimiz fakat daha çok melankolik günlerimizle özdeşleştirdiğimiz Dead Can Dance, hem ses hem de müzikle aktarılan söz ve duygulara duydukları güçlü duygusal bağ nedeniyle sürekli olarak karanlık atmosferle özdeşleştirilir. Gerrald ise bu karanlığı şu sözlerle anlatmakta:
“Hiçbir zaman mutlu çocuklar olmadık. Brendan ile gece yarısı karanlık bir sokakta tanıştık. Sabah işe gitme ya da iş aramak gibi bir derdimiz hiç olmadı. Sanırım çalışmalarımız da bir noktada bu huzursuzluğu taşıyor.”

“Gerçek bir işbirliği, evlilikten daha zordur.
çünkü saklanamazsın.”
Dead Can Dance, Antik ve Orta Çağ Avrupa tarihinin yanı sıra ruhâni geleneğin de çeşitli kollarından etkilenen bir grup olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Tüm bu ilham kaynaklarını tek bir müzik projesinin bayrağı altında saygılı ve anlamlı bir şekilde bir araya getirmek oldukça baş döndürücü ve karmaşık bir görev olacak gibi görünse de grup nostaljik bir şekilde belirli zaman dilimlerine geri dönmeden müziği zaman ve kültürü aşan evrensel bir dil ve şiir olarak dinleyicisine sunmayı başarıyor.
Zamansız Bir Dünyaya Taşınan Albümleri
Dead Can Dance’in kendi isimleriyle yayımladığı ilk albümleri Dead Can Dance (1984) olarak karşımıza çıkıyor. Lisa Gerrald’ın güçlü vokaliyle bizi kendine doğru çeken şey genel olarak müziğin duygusal niteliği oluyor. Grubun ikinci stüdyo albümü olan Spleen and Ideal (1985) ise grup için bir dönüm noktası olabilecek nitelikte daha gotik bir atmosfere sahip.
Within the Realm of a Dying Sun (1987) adlı üçüncü albümlerinin ilk yarısında vokallerde ağırlıklı olarak Perry yer alıyor ve “In the Wake of Adversity” ve “Xavier” şarkıları rüya gibi bir kapanışla hayranlarının favorisi olarak görülüyor. Ayrıca albümün kapak fotoğrafı Paris’te, Jim Morrison ve Oscar Wilde gibi dünyaca tanınmış sanatçıların da yattığı ünlü Père-Lachaise mezarlığındaki François-Vincent Raspail’in aile mezarında çekilmesiyle ikonikleşiyor. Ritüelistik vokaller yumuşak ruhani bir ambiyansla bütünleşiyor.
The Serpent’s Egg (1988) adlı albümlerindeki atmosferik, deneysel ve etnik müziğin harmanlaması Aion (1990) adlı bir diğer albümlerinde de devam ediyor. Orta Çağ döneminin müziğine daha fazla odaklanan bu iki albüm de grup için klasikleşen eserlere ev sahipliği yapıyor. Ustalıkla düzenlenmiş bu şarkıların çoğu kasvetli Gregoryen ilahilerin izinden ilerlerken “The Song of the Sibyl,” “Song of Sophia” ile Rönesans’a doğru ulaşmaya çalışıyoruz. Yolda “Saltarello” ile neşeli maypole danslarının hiç bitmediği sonik bir dünyaya doğru fırlıyoruz. Grup, enstrümantal parçalarında güçlü bir atmosfer oluştururken şarkı sözlerine çok az bazense hiç yer vermiyor. Ölü dillerin seslerinden müzikal hikayeler örüyor. Gerrard’ın vokalleri grubu geleneksel bir yapıdan çıkarıp daha deneysel folk alanlarına iterken; Perry’nin tarzı daha çok atmosferik bir sahnelemeye dönüşüyor.
1993 yılına geldiğimizde ise dünya çapında 500.000’den fazla kopya satarak grubun artık daha geniş bir dinleyici kitlesine sahip olduğunun kanıtı olan Into the Labyrinth (1993) ile karşılaşıyoruz. Adıyla Yunan mitolojisindeki Theseus’un Minotaur’a karşı Labirent’e girmesini anlatan klasik efsaneye gönderme yapılıyor. Gerrald ve Perry’in tüm enstrümanları kendilerinin çaldığı albüm olan Into the Labyrinth, konsept bir albüm olarak değerlendirilmese de içindeki parçaların isimleriyle kavramsal bütünlüğü yakalıyor. Dinleyicisine labirentten çıkması için “Ariadne“nin ayak izlerini takip ettiriyor.
And we’ll dance through our isolation
(Yalnızlığımızla dans edeceğiz)
Toward the Within (1994), grubun ilk canlı bir şekilde kaydedilen albümü olarak adını Into the Labyrinth albümlerinin içinden alarak gün yüzüne çıkıyor. Labirentten arda kalanların en canlı hali olarak hafızalarımızda yer alıyor. Söz konusu Dead Can Dance olunca bu albüm dansın her boyutunu müzikalitenin içinde eriten bir esere dönüşüyor. “Yulunga” ruhların dansının en güzel örneği oluyor. Şarkının sözleri, Lisa Gerrard’ın kendi oluşturduğu dilsiz bir dilde seslendirdiği vokalleri içeriyor.
Grubun oryantal etkilerle zenginleşen ve dağılmadan önceki stüdyo albümü olan Spiritchaser (1996) ile grubun müzikle sadece duyusal değil aynı zamanda spiritüel bir deneyim yaratma hedefini sürdürdüğüne tanık oluyoruz. Ölmüş diller ülkesinin zaman yolcuları ile karşılaşmalarımız eşi benzeri bulunmayacak şekilde devam ediyor.
Dead Can Dance‘in albümleri kadar da turneleriyle bilinen ve sahne performanlarıyla da büyük alkış toplayan bir grup olduğunu da unutmamak gerekiyor. Grup, 1998 yılındaki dağılışından sonra 2005 yılında tekrar bir araya gelip bir yıl boyunca Avrupa ve Kuzey Amerika’daki müzikseverlerle Dead Can Dance World Tour 2005‘te buluşmuştur. 2012 yılında duyurduğu Anastasis (2012) albümünü ise Anastasis Tour ile taçlandırmaya karar vermiştir ve 2012-2013 yılları arasında dünyanın pek çok şehrinde konserleriyle hayranlarına unutulmaz deneyimler yaşatmıştır.
Ve son olarak grup 2018 yılında Yunan Tanrısı Dionysus‘a adadıkları bir albümle karşımıza çıktı. Kurulduklarından bu yana ortaya koydukları albüm çalışmalarıyla dinleyicinin gönlünde de taht kurmayı başarmış bu iki çekirdek üyenin, Dionysus’ta şarkı yazarı olarak resimlerine farklı unsurlar getirdiklerine şahit oluyoruz.

Lisa Gerrald ve Brendan Perry Dead Can Dance‘i oluşturarak gelmiş geçmiş en ezoterik grup olarak müzik tarihinde yerlerini aldılar. Antik çağların sirenleri ile dans eden ölülerin gölgeleri, ruhumuzu sarmaya çağırdılar. Bizi eşi benzeri görülmemiş sonsuz bir dansa davet ettiler. Her türlü kutuplaşmaya meyilli bu dünyada; din, dil, ırk ayrımının olmadığı müzikal alanlar yarattılar. Bu alanları yaratırken etnik dokulardan beslendiler. Sanki derinlerde bir yerlerde bu ezgileri asırlar önce duymuşuzcasına bir hisse kapıldığımız eserler bıraktılar. İkilinin müzikal yolculukları hâlâ bitmiş değil. 1998 yılındaki ayrılıktan sonra bir araya gelerek bizi farklı dünyalara taşımaya devam edeceklerinin habercisi iki albüm ve unutulmaz iki turne bıraktılar. Biz de kimliğimizi kapıda bırakıp ölümlü olmanın verdiği hüznü sırtlanarak kendimizi müziğe bırakıyoruz. Ruhumuzu kucaklayıp ruhların dansına kaldırıyoruz. Dead Can Dance’in bizi tekrar dansa kaldıracağı günü dört gözle bekliyoruz.
Dead Can Dance‘in en çok dinlenen şarkılarından oluşan çalma listesine göz atmanızı öneriyoruz.
Kaynakça: