Metafor ve sembolik dil kullanımı denince akla ilk gelen isimlerden biri Darren Aronofsky‘dir. Senarist, yönetmen ve yapımcı olan Aronofsky, Yahudi asıllı bir Amerikalı. Harvard Üniversitesi’nden mezun olduktan beş yıl sonra ilk filmi olan Pi ile Sundance Film Festivali’nde izleyicinin takdirinin yanı sıra yönetmen ödülünü de kazandı. Sadece 60 bin dolar bütçeyle çekilen bu film, Aronofsky’nin gelecek işlerini merakla beklenir hale getirdi. Yönetmenin en bilinir işleri sırasıyla; Requiem for a Dream (2000), The Fountain (2006), The Wrestler (2008), Black Swan (2010), Noah (2014) ve Mother! (2017) oldu.
Aronofsky’yi Aronosfky yapan en önemli özelliğiyse şüphesiz ustaca kullandığı metafor ve alegorilerdir. Yönetmen yüzeysel bir seyir deneyiminin ötesinden kullandığı ses, ışık ve çekim teknikleriyle; sahnelere ve karakterlere yerleştirdiği ufak detaylarla hikayelere derinlik katma konusunda ustadır diyebiliriz. Gelişigüzellikten oldukça uzak bu yapımların metafor ve sembolizmi nasıl işlediklerine beraber bakalım.
Aronofsky’nin ilk uzun metrajlı filmi Requiem for a Dream, Hubart Shelby’nin aynı isimli romanından yine yazarla iş birliğiyle senaryolaştırılmıştır. Hikâye dört ana karakter etrafında dönüyor. Jarred Leto’nun canlandırdığı Harry Goldfarb, annesi Sara Goldfarb, en yakın arkadaşı Tyrone Love ve sevgilisi Marion Silver. İlk bakışta film uyuşturucu bağımlılığını işliyor gibi görünse de Aronofsky aslında müptezelleri gerçekten sıkıcı bulduğunu, filmin insanların gerçekliklerinden kaçmak için gidebilecekleri mesafeleri konu aldığını söylüyor. Zaten karakterlerin tek bağımlığı uyuşturucu değil, aslında en büyük bağımlılıkları sevdikleri ve önemsenme, tanınma arzuları. Bu tema karakterlerin soyadlarına işlenmiş. Goldfarb’ın çevirisi altın boya; Harrry ve Sara tanınmak, beğenilmek ve takdir görmek istiyor. Gümüş manasına gelen Silver soyadı is Marrion’ın kendi moda evini açarak başarılı olma arzusunu simgeliyor. Erken yaşta annesini kaybeden Tyrone’nun anne özlemi birçok sahnede görülüyor, sevgi manasına gelen Love soyadını taşıması da bu yüzden. Dört mevsime bölünen filmde yaz ve ilk bahar sıcak renklerle çekilmiş. Bu mevsimler aynı zamanda karakterlerin iyi hissettiği, hayatlarının yolunda gittiği zamanlara tekabül ediyor. Kış ve sonbahar mevsimleri ise soğuk renklerle çekilmiş, bunlar hikâyenin kötüye gittiği mevsimler. Yani renkler, mevsimler ve duygular arasında bir ilişki kurulmuş. Karakterlerin gerçeklik algısı bozuldukça bu renk sistemi de bozuluyor ve böylece yönetmen karakterlerin yaşadığı kafa karışıklığını seyirciye görsel olarak da aktarabiliyor. Sinemaya The Godfather filmiyle giren portakal soyma metaforu kötü olayların yaşanacağının bir habercisi. Yine aynı sebeple bu filmde de kullanılmış.
Black Swan ve The Wrestler filmleri Aronofsky için birbirini tamamlayan filmler, hatta en başta bir balerin ve güreşçinin aşkını konu alan tek bir film olarak planlanmış, sonradan ayrılmışlar. The Wrestler filminde ana karakter kariyerinin sonuna gelmesine rağmen izleyicinin arzusunu karşılamak için ölüm riski alan bir güreşçi. Black Swan filmindeyse henüz kariyerinin başında performans kaygısıyla akıl sağlığını, hatta izleyicilerin çoğuna göre hayatını kaybeden genç bir balerin. Aronofsky’nin bu filmlerle ne anlatmak istediği açık: eğlence sektörü işçilerine oldukça pahalıya patlıyor. Filmlerin herhangi bir güreşçi veya balerin adı taşımaması da bu yüzden çünkü bu hikayeler herhangi bir balerin veya güreşçi için birçok kere yazılıp yaşanmış. Filmler bu bağlamda şunu düşündürüyor: Evet, şov devam etmeli ama nereye kadar? Verilmek istenen mesajlar teknik ve içerikle Aronofsky’de aşina olduğumuz gibi desteklenmiş. Mesela çekimler bu iki filminde de bir el kamerasıyla yapılmış. Yönetmenin amacı izlenen karakterin gerçekliğini olduğu gibi seyirciye hissettirebilmek. Black Swan’da izlediğimiz iki personanın güç savaşı ise yansımalarla ifade edilmiş. Filmin başında beyaz kuğuyla simgelenen Nina’yı görüyoruz. Saf, temiz, nazik, annesiyle yaşayan genç bir kadın. Öbür yandaysa siyah kuğu personası var. Agresif, hırslı ve riskli; hatta görkemli. İlk sahnelerde anlık bir yanılsama gibi metro camında kendini gösteren siyah kuğu, filmin sonunda kulis aynasından fırlayıp beyaz kuğuyla ölümcül bir kavgaya giriştiğinde kontrolü tamamen ele alarak filmi sona erdiriyor.
Aronofsky’nin çok ses getiren son filmi Mother! ise kendi halinde yaşayan bir çifte çat kapı gelen misafirlerle kopan kıyameti ele alıyor. Hristiyan öğretisinden ve mitlerden oldukça fazla öge barındıran filmde yönetmen insanlık, tanrı ve doğanın kavgasını ele almış. Jennifer Lawrence’ın canlandırdığı anne toprak anayı temsil ediyor. Film boyunca “O” diye hitap edilen kocası ise tanrıyı. Her şey çat kapı gelen misafirleriyle başlıyor. Bu çiftin insanlığın ataları Âdem ve Havva’yı simgelediğini, cinsel birliktelik yaşamalarından sonra iç çamaşırlarının yaprak deseni taşımasından anlıyoruz. Adem’in ölümünden sonra miras tartışmasına girişen iki erkek kardeşin bir diğerini öldürmesi ise hepimizin aşina olduğu bir başka hikâye: Habil ve Kabil. Bir nevi insanlığın doğumu ve ölümü karakterlere ve bir eve indirgenmiş olarak karşımıza çıkıyor. NY Times gazetesine verdiği röportajda Aronofsky; global faciaların bireylerin anlamasını zorlaştıran bir devliği olduğundan, ölçeği bireyselleştirerek durumun vahametini anlaşılır hale getirmek istediğini anlatıyor. Sonuçta herkes eve çat kapı gelen bir misafirin yarattığı rahatsızlıkla, evinin zarar görmesiyle empati kurabilir diyen yönetmen sözlerini dünyanın özünde hepimizin evi olduğunu hatırlatarak bitiriyor.
KAYNAKÇA
- “Allow Darren Aronofsky to Explain mother!”. TIME. Web. 13.08.2022





