Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Avusturyalı yönetmen Marie Kreutzer‘in yaptığı filmin başrolünde Vicky Krieps‘i izliyoruz. Film, bu yıl Cannes Film Festivali‘nde Belirli Bir Bakış ödülünü kazandı. Avusturya İmparatoriçesi Sisi‘ye hayat veren Krieps, filmi tek başına omuzlamış dersek haksızlık etmiş sayılmayız. Korsaj filminin, yönetmenin 5. uzun metrajlı filmi olarak filmografisine eklendiğini de belirtelim.
Erkek Otoritesi
Avusturya-Macaristan İmparatoriçesi Élisabeth de Wittelsbach‘in hayatının son yıllarına odaklanan filmde dönemin saray şartları da anlatılıyor. İmparatoriçenin; sert, otoriter ve zalim tavırlı kocasının ona dayattıklarına maruz kalışını izlemek, görkemli bir hayata sahip gibi görünürken o görkemin içinde hapsoluşunu görmek, özgür bir ruha sahipken katlanmak zorunda olduklarına şahitlik etmek izleyiciyi sarsan bir deneyim olarak nitelendirilebilir.
Filmin sadece adına bakarak bile bir kadın filminin içinde olduğumuzu anlıyoruz. Filmin hikayesi; 40. yaş gününü kutladıktan sonra dönem olarak yaşlılık safhasına geçtiğine inanılan imparatoriçenin üstünde kurulan baskılardan besleniyor. Şaşaalı ve mutsuz bir hayatta sıkışıp kalması yetmiyormuş gibi, bir de sürekli olarak insanların dedikodularıyla ve ona dayatılan görevleriyle bunalımlı zamanlar geçiriyor. Küçük kızının onu anlamadığı, hatta davranışlarını bile onaylamadığı bir ilişkileri var. Anne-kız ilişkileri, mesafeli saray insanları durumuna evrilmiş. Annenin imparatoriçe konumuna rağmen, kızının normal şeyler yapmasını istemesine karşılık; çocuğun bu normallikten rahatsızlık duyduğunu gözlemliyoruz. Büyük oğlunun, saray kurallarına riayet etmemesi ve herkese oranla daha rahat tavırlar sergilemesi nedeniyle imparatoriçeyi uyardığını görüyoruz. Çocuklarıyla bile istediği gibi bir ilişki kuramaması, onu yaşadığı büyük sarayda her gün daha da içinden çıkılmaz bir konuma sürüklüyor.
Çok yönlü bir kadın olan Sisi; ata binen, eskrimle ilgilenen, bakımına çok özen gösteren; ancak saray hayatının hasta ettiği, saraydan uzaklaşınca kendine gelen ve mutlu olabilen bir kadın. Hastalığını fiziksel olmaktan ziyade psikolojik olarak değerlendirebileceğimiz Sisi’nin iyileşebilmesi için belki de zamanı durdurmak gerekiyor. Corsage filmini, kadına uygulanan şiddetin anlamlı bir örneği olarak ifade edebiliriz.
Kadının özgürlüğü başka yerlerde araması, aşkı başka adamlarda bulmaya çalışması da bazen çaresiz bir çabadan öteye gitmezken, bazen de vazgeçmek zorunda olduğu bir ıstıraba dönüşüyor. Bir peri masalı olarak başlayan hayat hikayesi, katı bir sistemin içinde erkeğin varlığıyla kapana sıkışan, ama kendisinden ödün vermek istemediği için cehenneme dönüşen bir hayat yaşayan umutsuz bir kadının, şartlara rağmen isyan edişini anlatıyor.
Kadının Özgürleşmesi
Filme adını veren Korsaj kelimesi, imparatoriçenin tarih sayfalarından 45 cm’lik bel inceliğiyle tanınmasından kaynaklanıyor. Buna rağmen hala kilo aldığını iddia eden, bununla imparatoriçeyi görkeminden şüphe ettirmeye çabalayan saray eşrafının varlığını görmezden gelmek imkansız gibi görünüyor. Kocasının bile yaşlı bulduğu imparatoriçe bir dönem eroin bile kullanıyor. Filmdeki sahneden, o dönemde eroinin zararlarının henüz bilinmediğini anlıyoruz. Kullandığı uyarıcı maddelerin etkisinde sağlıksız ve uyumsuz davranışlar sergileyen imparatoriçe filmin sonunda, ruhunu düşmüş olduğu derin girdaptan kurtarmanın yolunu kimsenin aklına gelmeyecek bir plan yaparak buluyor. İtalya kıyılarından demir aldıkları gemi ilerlerken, uçsuz bir okyanusun ortasında kendisini sulara bırakarak, dünyanın ve insanlığın ona yüklediği tüm sorumluluklardan kurtuluyor.
Kadın türü, her dönemde ataerkillik baskısıyla karşılaşmıştır. Tarih ne olursa olsun, yaşanan ülkenin konumu da değişse fark etmiyor. Ülkenin imparatoriçesi de olsa, kimsenin tanımadığı sıradan bir hayat da yaşasa; kadına atfedilen görevler, üstüne yüklenen sorumluluklar hep erkeklerin istekleri doğrultusunda gerçekleşiyor. Erkek şiddeti fiziksel ve psikolojik surette, kadına hakim olmak amacıyla var olmayı sürdürüyor.
Zorbalık
İmparator Franz Joseph, karısının yaşlandığını öne sürerek, ondan çok daha genç bir kadınla ilişki yaşamanın peşine düşüyor. İmparatoriçenin güzelliği bir döneme damgasını vurmuş, ancak güzellik insanın sahip olmayacağı sadece ödünç alabileceği bir şeydir. Güzelliğiyle kendisinden yıllarca bahsedilmiş olmasına rağmen, bir zaman sonra konuşulan tek şeyin yaşının ilerlemesi konusuna dönüşmesi durumu, her şeyden önce bir kadın olan imparatoriçeyi derinden etkiliyor. Hayatının kalan yıllarını yaşlanmaktan korkarak, sevilmek için çabalayarak geçirdiğini görüyoruz. Ruhundan özgürlük akan bir kadını kafese koyan, ona verdiği zorunlu görevler dışında ona söz hakkı tanımayan bir imparatorun varlığı izleyiciyi taraf tutmaya itiyor. Bir ülkenin hükümdarlarından biri olmasına rağmen, bunun sadece fiziksel bir konum olduğunu her fırsatta hatırlatan bir kocanın boyunduruğunda kalmak insanı önce kişisel bir depresyona sonra da ölüme sürükleyebilir.
İnsanların tutumlarının ve konumu gereği atfedilen yükümlülüklerin tükettiği bir kadının, sonsuzluğa uzanan saçlarını acımadan kesmesi de ataerkil düzene karşı attığı çığlıklardan sayılabilir.
Sinema Özgürleştirir
Filmde yer alan Louis Le Prince ayrıntısı tat katıyor. Sinema endüstrisinin bugünkü hâlini kazanmasını sağlayan, filme hareketli görüntüleri kaydeden ilk kişi olarak resmen tanınan mucitti. Filmde imparatoriçenin bu keşfe bakışını görüyoruz. Henüz sesli olmayan kamera kaydı sayesinde içine attığı çığlıkların görüntü olarak kaydedilmesi detayıysa hikayeye hüzün, filme cila katıyor.
Ülkenin refahı adı altında, kadına zorbalık yapan monarşi rejimlerinde kurban genelde hep kadındır. Yakın İngiliz tarihi sayabileceğimiz Galler Prensesi Diana‘ya yaşatılanlarla, 19. yüzyılda yaşayan Élisabeth‘in yaşadıkları arasında sadece yapısal farklılıklar mevcut. Yine aynı şekilde İngiliz tarihinden, bulduğu her bahaneyle eşlerinin kafasını kestiren 8. Henry’yi örnek gösterebiliriz. Osmanlı tarihine bakıldığında, orada kadının anne ve erkeğin haremi olmak dışında hükümdar olarak hiçbir hakka sahip olmadığını da biliyoruz. Kadın bir hükümdarın tahtta olduğu dönemlerde bile kadınlar çoğu zaman ataerkil zihniyetler tarafından onaylanma çabasına düşüyorlar.
Fikir olarak kalıplaşmış ve insanların akıllarına yerleşmiş ”Erkek yönetendir” zihniyetini bugün bile çoğu toplumda kırmak neredeyse imkansız görünüyor. İran, Suudi Arabistan ve Afganistan gibi toplumlarda kadınlar hala hakları için mücadele veriyorlar. Cesur olan pek çok kadın da cesaretinin karşılığında canından oluyor. Kadın olmak her dönemde zorken, kadının başarıya giden yolda çoğunlukla bir erkeğe göre daha fazla çaba sarf etmesi gerekiyor. 21. yüzyılda yaşamamıza, teknolojinin, bilimin gelişmesine ve insan haklarının artmasına rağmen kadınların büyük başarıları ya hayretle karşılanıyor ya da bir erkeğin gölgesinde kalması için uğraşılıyor. Covid-19 hastalığı için geliştirilen aşının tedavisini bulanlardan birinin kadın olmasına rağmen, ısrarla erkeğin adının ön plana çıkarılması bu konuya verilecek en iyi örneklerden sayılabilir. Einstein‘ın büyük dehasına rağmen, ilk karısının Matematik konusunda verdiği destekleri yok saymaya çalışması gibi kadını gölgeye iten örneklerden de bahsedilebilir.
Alt metin, üst nota fark etmeksizin kadının yok edilmeye, itibarsızlaştırılmaya, sömürülmeye, bir biblo konumuna getirilmeye çalışıldığı bu hikayede, Vicky Krieps’in ruhu sarsan bir performans sergilendiği film bütün övgüleri hak ediyor. Yavaş temposuna rağmen sıkıcı olmadan ilerleyen anlatı, Vicky Krieps’in yüzünün her bir noktasına yerleşen ve vücut diliyle bir kadının acılarını dile getiren ifadeleri sayesinde tam not almayı başarıyor.
Filmi izlediğinizde Élisabeth’in, sonu nasıl biterse bitsin vazgeçmeyişine hayran olacaksınız.
Colin Morgan, Florian Teichtmeister, Aaron Friesz, Alma Hasun, Manuel Rubey gibi oyuncuları bir araya getiren film, 2022 yılında adından fazlasıyla bahsettirmeyi de başardı. Aralık ayı itibariyle de vizyona gireceğini de belirtelim.