Coldplay, bundan tam 24 yıl önce 10 Temmuz 2000’de “Parachutes” albümünü yayımladığında daha yolun başında bir müzik grubuydu. Bugün ise bir kafa dolusu hayalle gecelerimizi aydınlatıyor. Soğuk tınıların kalbimizi ısıttığı bu romantik yolculuğa çıkmadan önce gelin hep beraber gruba bir göz atalım!
Kısaca Coldplay Kimdir?
Coldplay, büyük ve basit olmasının yanı sıra melodik ve zarif olmaktan korkmayan bir İngiliz Rock grubu. Coldplay, 1997 yılında kurulduğunda müzik dünyası sanatsal bir boşluğu doldurmaya çalışan ama başarısız olan sayısız grupla doluydu. Londra merkezli bir dörtlü olan Coldplay, bu dünyada kendine kıskanılacak yeri buldu ve ilk albümü “Parachutes” ile adeta piyasalara güvenli bir iniş yaptı.

Albüm boyunca vokalist ve piyanist Chris Martin, baş gitarist Jonny Buckland, basçı Guy Berryman, davulcu ve perküsyoncu Will Champion‘un uyumu gözden kaçmıyor. Martin’in vokalleri melodik ve duygusal falsetto arasında zahmetsizce geçiş yaparken, Buckland, Berryman ve Champion karmaşık ve göze batmayan bir ambiyans sunuyor.

Parachutes‘teki 10 parçanın çoğu genellikle standart alternatif pop parçalarından oluşuyor ve ara sıra folk müziğini anımsatan baladlara da yer veriyor. Coldplay, bize bu albümüyle unutabilmenin özgürlüğünü yaşatıyor. Şarkılar ardı ardına yumuşak geçişlerle dizilmişçesine, bir öncekini unutturarak ilerliyor. Paniğe kapılmadan derin sulara giriş yapıyoruz.
İşte “O” Albüm: Parachutes
Parachutes, “Don’t Panic” ile açılıyor; şarkının adının İngiliz bilimkurgu klasiği Otostopçunun Galaksi Rehberi’nden alıntılandığını öğreniyoruz. “We live in a beautiful world” (Güzel bir dünyada yaşıyoruz) nakaratı albümün hissiyatını özetlerken “Don’t Panic”; hızlı ve tempolu bir davul parçasının izlerini taşıyan, iç açıcı gitar tınıları ve Martin’in yumuşak, melankolik vokaliyle bir araya geliyor. İçinizi bir hoş eden bu kombinasyon, parçaya belirgin bir halüsinatif hissi veriyor ve Coldplay’in başlangıçta oldukça özlü bir şekilde tanındığı rezonanslı melodisinin temelini atıyor.
There’s nothing here to run from
(Burada kaçacak bir şey yok)
‘Cause yeah, everybody here’s
Got somebody to lean on
(Çünkü evet, burada herkesin
sırtını dayayacağı biri var)
“Shiver“; 6/8’lik kaygan bir ritim ortaya çıkaran güçlü, zorlu bir davul ritmiyle işleri hızlandırıyor ve karmaşık, tiz gitar melodileri ve şarkının ana tonalitesiyle eğlenceli ve ilginç şekillere girerek ve karanlık bas notalarıyla kendinden emin bir şekilde ilerleyerek albümün en tempolu şarkısı oluyor. Parça boyunca Martin’in vokalleri teknik olarak Jeff Buckley’i anımsatıyor. Karşılıksız bir aşkın deliliğin akıntısına kapılışı, sizleri enerjik gitar riffleriyle duygusallık girdabından kurtarmayı başarıyor.
And is this my final chance of getting you?
(Bu seni elde etmek için son şansım mı?)
“Spies“, dinleyiciyi hızlı bir şekilde içine çeken karanlık ve gizemli bir girişle başlıyor. Buckland’ın gitarı şarkının atmosferik havasını oluştururken, parçaya gizemli bir ton da kazandırıyor. Gitarın yankılı ve melodik yapısı, şarkıya derin bir duygusal katman ekliyor. Tedirginlik ve gizem hissiyatının oldukça yüksek olduğu bir hikâye ile karşılaşıyoruz. Solist Martin’in sesindeki kırılganlık tarafından ele geçirilirken yeni bir hikâyenin içinde kendimize yer buluyoruz. Ve etraftaki casuslardan gizleniyoruz.
But you’re feeling so bad ’cause you know that the spies hide out in every corner
(Ama kendini çok kötü hissediyorsun çünkü biliyorsun ki casuslar her köşede saklanıyor)
“Sparks” albümde; hafif akustik gitar akorlarına, caz tınılarına, zil ağırlıklı davullara ve dolambaçlı bas çizgilerine sahip unutulmaz bir yere sahip. Martin’in nazik mırıldanışıyla mükemmel uyum sağlayan vibrafon (metal çubuklarından oluşan bir çalgı) notalarının sakin ve ince tınısıyla vurgulanan aslında valsli bir şarkı. Uzun, çok uzun bir günün ardından banyoya girmek gibi hüzünlü, rahatlatıcı bir melankoliye sahip olması parçayı özel kılan temel bileşenlerden birkaçı. Bu sadelik, şarkının samimi atmosferini daha da güçlendiriyor ve dinleyiciyi sözlerin ve melodinin kalbine çekiyor.
My heart is yours.
It’s you that I hold on to
(Kalbim senin, tutunduğum sensin)
“Yellow“, grubun Birleşik Krallık’ta tanınmasını sağlayan ilk teklileri olarak karşımıza çıkıyor. Böylelikle lise defterlerimizin kapağını açma vaktinin geldiğini anlıyoruz. Parça, albümün en kırılganlarından noktalarından birine dönüşüyor. Sarı ve sıcak bir his aşkı tanımlarken, biz de albümün kapağındaki dönen dünya küresine parmağınızı koyduğunuzda kalbinizin yerini bulacakmışız hissine kapılıyoruz. Siz de şarkı sözlerinin duygusallığında boğulmadan Buckland’ın hırıltılı, akortsuz hafif gitarlarıyla Martin’in eşsiz yorumuna kendi sesinizle eşlik edebilirsiniz.
Look at the starsLook how they shine for you
(Yıldızlara bak senin için nasıl parlıyorlar)
“Trouble“, albümdeki kırılgan alt-rock melodisini bir kenara bırakıp, country türevinde nitelendirilen ve piyano eşliğinde söylenen yepyeni bir şarkı. Martin’in vokalleri her zamanki gibi samimi ve dinleyicisini içine çeken türden. Karmaşık ve bir o kadar da karanlık bir noktadan gitar tınılarıyla eşleşen Trouble, piyanonun hüzünlü tonuyla bizi kendisinin içine çekiyor.
Singing out, I never meant to cause you trouble
(Şarkı söyleyerek, sana sorun çıkarmak istememiştim)
Bazı insanlar albüme adını veren şarkılardan pek hoşlanmasa da “Parachutes” parçası, sahip olduğu melodisiyle kısa bir soluklanma işlevi görüyor. Şarkı, “In a haze, a stormy haze, I’ll be ’round, I’ll be loving you always” (Sisin içinde, fırtınalı bir sisin etrafında olacağım, hep seni seviyor olacağım) sözleriyle yarıda kalmış bir aşk kadar kısa sürüyor. Şarkı, aşkını ilan eden bir sevgili gibi sözünü edebileceği başka bir şey kalmamışçasına sessizliğe gömülüyor.
Here I am, and I’ll wait in the line always
(İşte buradayım ve her zaman sırada bekleyeceğim)
“High Speed“, Radiohead‘in saykodelik başyapıtı “Subterranean Homesick Alien” ile pek çok ortak noktaya sahip diyebiliriz. Sakin bir rüyayı anımsatan synth’ler ve gitarlar, uğuldayan bas notaları ve tüm parçayı etkileyici bir şekilde aranje eden bir vokal parçası. Parçanın prodüksiyonu da dikkat çekici. Ken Nelson’un prodüktörlüğünde, şarkının her bir enstrümanı ve vokal katmanı, belirgin ve dengeli bir şekilde harmanlanmış. Sessiz, hülyalı, akustik dizelerde dolaşırken bir pop rock klasiği ile karşılaştığımızı anlıyoruz.
We’ve been living life inside a bubble
(Hayatı bir balonun içinde yaşıyorduk)
“We Never Change” parçasının barındırdığı hüzünlü melodiyle serbest uçuşta olduğumuzu hissederken adeta kaçırılmış bir fırsatı hatırlatırcasına gecenin karanlığına süzülüyoruz. Martin’in huzur veren vokali gecenin bir yarısı kafamızın içinde dönen seslere karışıyor. Çaresizce ama yine de cevap alma beklentimiz olmadan soruyoruz: “Biz hiç değişmeyiz, değil mi?”
And I want to fly and never come down
(Ve uçmak ve hiç inmemek istiyorum)
“Everything’s Not Lost“; albümü huzurlu ve sakinleştirici bir notayla kapatan, keyifli akordeonlar içeren kısa, sonbaharda gizli bir parça. Coldplay, hızla çarparak atan bir kalbi olan albümü bitirmenin hüznünü hissetmenizi sağlıyor ve son 7 dakikanızı The Beatles’ın “Hey Jude” parçasındaki heyecanı yaşatacak bir şarkıyla geçirmemizi istiyor. Ve son dakika sürprizini de eklemeden geçmiyor. Parçayı “Life Is For Living” ile birleştirerek adeta gelecek yıllarına bir işaret fişeği yakıyor.
And if you think that all is lost, I’ll be counting up my demons
(Ve her şeyin bir kayıp olduğunu düşünüyorsanız, şeytanlarımı sayıyor olacağım)
Coldplay, 41 dakika boyunca sizi romantik ve his yüklü bir bulutun üzerinde taşıyor. Karanlığın ortasında gördüğünüz ışığın sarı olduğunu hatırlatırken içinize yayılan sıcaklığı kalbinizde büyütüyor. Coldplay, üzerinden 24 yıl geçmesine rağmen Parachutes albümündeki asla eskimeyen şarkılarını güvenli bir alan olarak müzik listelerinizde tutmayı başarıyor. Siz de aşkın en saf halini ararken hiçbir zaman değişmeyeceğinizi fark ediyorsunuz.


