Luca Guadagnino‘nun son filmi “Challengers” izleyiciyi tetikte tutan, eğlendiren, neşeli ve zeki dokunuşlarla dolu ateşli bir dram olarak karşımıza çıkıyor. Filmde Zendaya, Josh O’Connor ve Mike Faist, karmaşık ve çekişmeli bir aşk üçgeninin ortasında kalan tenisçileri canlandırıyor.
Yönetmen Guadagnino, yenilikçi, karakter odaklı hikayeler yaratma yeteneği sayesinde kendi kuşağının en ilginç film yönetmenlerinden biri olarak tanınıyor. Oyuncularını iyi performanslar sergilemeye nasıl teşvik edeceğini bilmesinin yanında, benzersiz atmosferler yaratmak için sinematografi ve müzikleri de iyi kullanıyor. 2017 yılında “En İyi Film” dalında Akademi Ödülü’ne aday gösterilen Call Me by Your Name (Beni Adınla Çağır) filminin karmaşık romantizmini Challengers filmine de aktarmayı başarıyor.
Yazının bundan sonraki kısmı spoiler içermektedir.
Film üç karakter etrafında şekilleniyor: Bir yanda sponsorluk anlaşmalarıyla dolu ama kötü bir sezon geçiren tenis yıldızı Art Donaldson (Mike Faist), diğer yanda ikinci ligde şımarık bir oyuncu olan Patrick Zweig (Josh O’Connor) ve aralarında onları ön sırada izleyen Art’ın eşi ve koçu Tashi Duncan (Zendaya) var. Üç karakter de hayatları sinir bozucu derecede iç içe geçmiş azimli sporcular olarak tutkulu performanslar sergiliyor. Gençliklerindeki tenis kariyerleri üçlünün erken yaşta birbirlerinden ayrılmasına neden olsa da bir challenger tenis turnuvası onları yıllar sonra yeniden bir araya getiriyor. Aşk üçgeninin her bir üyesi, rollerini o kadar gerçekçi ve incelikli bir şekilde canlandırıyor ki, kaçınılmaz olarak aşık ve profesyonel sporcuları gerçekten canlandırıyorlar.
Kurgu, Sinematografi ve Senaryo
Filmin en güçlü yönlerinden biri Marco Costa‘nın filmi kurgulama şeklidir. Kurgu, iki saatten fazla süren filmdeki anlatıyı ilgi çekici ve şaşırtıcı tutmayı başarıyor. Film, sürekli olarak geçmiş ve gelecek arasında gidip gelerek doğrusal olmayan bir anlatım kullanarak karakterlerin yaşlı ve genç hayatlarını bir araya getiriyor. Başka bir deyişle, zamanda atlayarak bir ilişkinin yükselişini ve düşüşünü yapısöküme uğratan sinematik bir anlatım geleneğini – örneklerinden iki tanesi olan Blue Valentine ve Two for the Road – gösterişle sürdürüyor.
Sayombhu Mukdeeprom‘un müthiş sinematografisi ve müzikler filme, gerilimi sürekli artan bir estetik üstünlük kazandırırken, kamera, oyuncuları tenis oynarken sürekli farklı açılardan takip ederek izliyor. Bir noktada izleyici maçı tenis topunun bakış açısıyla izlerken, spordaki çatışma ile romantik rekabet arasındaki ayrım çizgisi de var olamayacak kadar bulanıklaşıyor. Konu baştan sona ilgi çekici olsa da filmin güçlü yanlarının çoğu sanatsal unsurlarında yatıyor. Çoğunlukla 80’ler tarzı EDM veya klasik/koro müziğinden oluşan film müziği, her sahneyle uyum içinde çalışıyor. Çoğu film, müziklerinin sahneleri zenginleştirmesini ve arka planla harmanlanmasını hedeflerken, Challengers bunu ön plana çıkarmaktan korkmuyor.
Guadagnino, bu filmi ilk kez senarist olan Justin Kuritzkes‘in kaleminden yola çıkarak yönetiyor ve senaristin de bu şekilde başarısını görmüş oluyoruz. Bu haliyle karakterlerin incelikle çizilmiş her detayını, filmin ilk anından suskun ama etkileyici finaline kadar izliyoruz. Böyle bir film sadece performansa ve teknik üstünlüğe yaslanamayacağı için, senaryo bizi bu işin nereye varacağı konusunda meraklandırıyor ve hikayeyi yaratıcı bir şekilde sürdürüyor. Karakterlerin geçmiş ve gelecek arasındaki dönüşleri, kafamızı karıştırmıyor ve hikayenin neresinde olduğumuzu başarılı bir şekilde hatırlatıyor.
Tenis ve Aşk Arasındaki İlişki
“Her zaman tenisten bahsetmiyor muyuz?”
Diğer tenis filmlerinin çoğundan farklı olarak film, sporu olay örgüsünün ve karakterlerin hareket ettiği bir odak noktasından çok karakterlerin ilişkilerinde bir anlatı aracı olarak kullanıyor. Filmin her yerine serpiştirilmiş seks sahneleri olsa da izleyici gerçek yakınlığın sahada yaşandığını görebiliyor. Bu da tenis ve aşk arasında gergin ve duygusal açıdan bir ilişki kuruyor. Yönetmen, sahadaki erotizmi yakın planda gördüğümüz ter damlaları gibi detaylarla da destekleyerek Art ve Patrick’in arkadaşlıklarının homoerotik ve cinsel gerilimi yüksek anlarına da gönderme yapıyor. Tashi filmde iki erkek arasında bilinçli olarak cinsel bir araca dönüşürken, Art ve Patrick birbirleriyle seks yapmanın bir yolu olarak Tashi’yi kullanıyor aslında. Bu haliyle de film, klasik menage-à-trois hikayesinin bir başka yorumu olarak karşımıza çıkıyor.
Sinemada Aşk Üçgeni
Sinemada aşk üçgenleri yaygın olsa da Challengers, oyuncularını daha nadir bir alana taşıyor. Tek bir karakterin bakış açısını merkeze almak yerine, üçü de eşit düzeyde yer alıyor ve bu şekilde izleyicinin sempatisini kazanıyor.
Challengers, aynı kadına aşık iki arkadaşı konu alan 1962 yapımı Jules ve Jim filmiyle ilk bakışta benzer görünse de, 2001 yapımı Y Tu Mamá Tambiénde hissettiğimiz “kontrol” duygusunun baskınlığıyla daha iyi örtüşüyor. İki filmde de kadın karakter iki erkeği fiziksel bir temasa teşvik ediyor ve Y Tu Mamá También’deki kadın karakterin “Bebeklere bakıyorsunuz ve sonunda onların bezlerini değiştiriyorsunuz!” sözü Challengers’ta Tashi’nin “Küçük beyaz çocuklarıma o kadar iyi bakıyorum ki” sözüyle pekişiyor.
Y Tu Mamá También filmindeki ana karakterler filmin sonunda hayatı olduğu gibi kabul etme konusunda sessiz bir finale sürüklenirken Challengers izleyiciye tam tersi bir mesaj veriyor. Üç karakter de ilişkilerini ve sporu birbirleri için o kadar çok kullanıyor ki, aralarındaki aşk en temel biçimine kadar soyutlanıyor: Kim kontrolde, kim liderlik ediyor ve sonunda kim kazanıyor?
Az önce ne oldu ve ne anlama geliyordu?
Sonuç olarak Challengers, hem tenis kortunda hem de saha dışında baştan çıkarma ve arzuyu keşfetme konusunda büyük ölçüde başarılı. Film tenise farklı bir bakış açısı sunuyor ve bu da onu izlemeye değer kılıyor. 1970’lerin Amerikan Yeni Dalgası‘nda hissettiğimiz “Az önce ne oldu ve ne anlama geliyordu” hissini yaşatarak, sonunda tatmin etmeyen bir tat bırakıyor.
“Ben bir sanat filmiyim ve sizi insan kalbinin ve zihninin gizli odalarında dolaştırıp, az önce gördükleriniz üzerine düşünmeniz için orada bırakacağım” diyen bir tavrı olmadığı için, film Cannes’dan çok Hollywood’a benziyor. Sporda her zaman bir kazananın olması gerektiği göz önüne alındığında da sonu beklenmedik!
Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz: