Toplum için ideal bir düzen isteği, insanlık tarihi için hep vazgeçilmez bir durum olmuştur. Bu toplum için ideal düzeni anlatan ya da mevcut sistemin yönlerini eleştiren bu hayali projelere ütopya adı verilir. Ütopya köken olarak Yunancadır. Yunancada “yok-olmayan” anlamındaki ou, “mükemmel olan” anlamındaki eu ve “yer-toprak” anlamına gelen topos kelimelerinden türemiştir. Tam anlamı olarak var olmayan iyi yer anlamına gelmektedir.
Edebiyat Geleneğinde Ütopyanın Yeri
Ütopya yazıları temel olarak toplumun işleyişini ele alır. Ütopyanın iki işlevi vardır. Birincisi toplumun iyi refahı için durumu değiştirmek, ikincisi ise eleştirmek. Ütopyada oluşturulan bu durum, sadece bireysel bir şey değil insanların ilişkilerinde eşitliği ve barışı amaçlamıştır. Gerçek yaşamda insanların çatışan çıkarlarının toplumun düzenini bozması nedeniyle oluşan yapıyı değiştirmeyi amaçlar. Aynı zamanda bu tür yazılar toplumun işleyişinden farklı olarak; aile, cinsellik, mimari, teknoloji gibi hayatın tüm alanlarını kapsayan çok farklı konuları ele alabilir. Ütopya yazıları edebiyatta oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bu türün ilk örneğine, Platon’un “Devlet” adlı eserinde rastlanır. Bu metinlere ütopya adını veren kişi ise Thomas More’dur.
Edebiyatta Bilinen İlk Ütopya Yazıları
Platon – Devlet (MÖ 340)
Platon, eserinde yaşanılacak ideal devletin nasıl olacağını belirtmiş ve insanları üç sınıfa bölmüştür. Çalışanlar, bekçiler ve yöneticiler. Çalışanlar, üretimde bulunup devletin ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler toplumun güvenliğini korumakla görevlidir. Yönetici sınıflar ise bu iki sınıfın en üstünde olup, devleti yönetir. Platon için devlet, canlı bir organizmadır ve bu sınıflar onun organlarıdır. Platon’un devletinde merkezde bulunan kavram; adalettir. Her bir kişi buna uygun eğitilir. Platon’un bu eseri hem doğu hem batı felsefeleri için temsil niteliğinde bir eserdir.
Thomas More – Ütopya (1515)
More’un roman tarzda yazdığı bu eserinde hayali bir adada kurulmuş, toplumun iyisini ortaya koyduğu bir ülke tanımı yapılmıştır. Eserin adı aslında yazmış olduğu yerin adıdır. Güney Yarımkürede bir ada olan ütopyada ada halkının kurmuş olduğu düzenin mükemmelliğini, bu adada yaşamış olan bir gemicinin gözünden görürüz. More’un ütopyası, ideal bir ülkenin nasıl olması gerektiğini kurgu ve politika bağlamında ideal toplumu anlatır. Burada yurttaşlar her ihtiyaçlarını birbirine destek olarak karşılarlar. Bizim dünyamızın aksine bu dünyada, paranın bir değeri yoktur. Olmaması gereken bir düzeni bize gösterirken, olması gerekeni çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Bu eseri, o zamanki İngiltere’nin toplumsal durumuna bir eleştiri niteliğindedir.
Francis Bacon – Yeni Atlantis (1561-1626)

Yeni Atlantis, dönemin koşulları gereğince bilimsel ve teknik gelişmelerinin toplumu ve devleti nasıl etkilediğini gösteren bir yapıttır. Bacon’un kurduğu bu ütopyada diğerlerinden farklı olarak kendi içine kapanık ve dış dünyadan kopuk bir yaşam içermektedir. Hikâyede, felaket karşısında yolları buraya düşen denizciler, halk tarafından karşılanır. Bu ütopyayı diğerlerinden ayıran en önemli özelliği, düzeninin temeline bilimi almış olmasıdır. Burada bilimsel keşifler ve yenilikler izlenmektedir. Bacon bu eserinde, kendi hayatında yaşadığı birtakım sorunlar üzerinde durmuştur. Bilim üzerine kurulu olan bu ütopya, aslında Orta Çağ’ın din üzerine kurulmuş olan devlet tasarımına yönelik bir eleştiri olarak da okunabilir.
Tomasso Campanella – Güneş Ülkesi (1568 – 1639)
Güneş Ülkesi, diğer ütopyalar gibi günün birinde gerçekleşeceği düşünülen bir devlet tasarımıdır. Devletin yöneticileri hem filozof hem rahip olan kişilerdir. Bu kitapta öne çıkan şey; insanların amaçlarının genele ve devlete hitap etmesi ve bencil davranışlarından sıyrılması gerektiği yönündedir. Ayrıca Güneş kentinde bütün diller öğrenilir. Dünyanın dört bir yanından bir sürü kişi buraya gelerek farklı kültürleri, ulusları ve tarihleri öğrenilir. Güneş Ülkesi’nde öğretilen en önemli şey; sahiplik duygusundan sıyrılmaktır. Çünkü onlar için bu duygu bencilliği getirmektedir. Bu ütopya More’un ütopyasından bir yüzyıl sonra yazılan bir ütopya olduğu için, Rönesans çağına daha yakındır, bu yüzden değerli bir yansımadır.
Edebiyatta Distopya, Karşı-Ütopya (Anti-Ütopya) Kavramları
Distopya Nedir?
Döneminin toplumsal yapısını ve kurumlarını eleştirir ancak yerine daha iyi bir alternatif koymaz. Kısacası, distopya da bir “ou-topia”dır (yok-yer) fakat bir “eu-topia” (iyi/güzel yer) değildir. Distopya ve Karşı- Ütopya aynı şeyler değillerdir. Distopik romanlar, ütopyanın aksine yazıldığı dönemin teknolojik, siyasal ve sosyal durumundan hareketle bir uyarı niteliğindedir. Modern toplumun yaşayabileceği olumsuzlukları anlatır. Ütopyacı geleneğin karşısında yer alan distopya kötümser geleceği merkezine yerleştirir. Distopyacı gelenekte merkezileşmiş bir baskıcı sistem bulunur. Bu sistem ile toplumu kolayca yönetebilmek adına hakimiyet kurarlar ve sosyal yapıyı buna göre oluştururlar.
Karşı-Ütopya (Anti-Ütopya) Nedir?
Distopyadan farklı olarak döneminin kurumlarını eleştirmez, fakat bizatihi ütopyacı idealleri eleştirir. Ütopyanın otoriteyle ilişkisi, ütopyacı düşüncenin ve hayal gücünün en çetrefilli yönünü teşkil etmekle kalmaz, aynı zamanda anti-ütopyacıların temel saldırı noktasını oluşturur. Daha çok liberal gelenekte gelişen anti-ütopyacılık bu tür eleştirileri tam anlamıyla ütopya karşıtlığına dönüştürerek, 20. Yüzyılda birer uyarı olarak kaleme alınan bir dizi distopyayı sahiplenir. Onun merkezi mevcut toplumsal düzeni eleştirmesidir.
Edebiyat Geleneğinde Yer Alan Distopya Yazıları
Distopik kitaplar genellikle yazıldıkları dönemin koşullarından ve sosyal durumundan yola çıkarak geleceğe yönelik yapılan kurgulardan oluşan bazen ise yaşanılabilecek bir kurgudan oluşan eserler olarak edebiyatta yer almaktadır.
George Orwell – Hayvan Çiftliği (1945)

Orwell bu kitabını 1945 yılında kaleme almıştır. Politik ve iğneleyici kişiliğini bu eserinde gözler önüne serer. Eser, bir çiftlikte yaşayan hayvanların insan eziyetinden bıkıp bir ayaklanma çıkartması sonucunda gelişen olayları konu alır. Eşitliği, birliği ve özgürlüğü kazandıkları günün ardından birbirleri arasında yaşanan eşitliğin nasıl bozulduğunu bize gösterir. Bütün hayvanların başlangıçta eşit olmasına rağmen kendi güç kavgalarından dolayı düzen değişir. Eşitlik için belirlenen kurallar, zaman geçtikçe Napoleon adındaki domuz tarafından değişmeye başlar. Orwell, sorunun insanlar olmadığı gerçeğini bize gösterir. Eser, hayvanlar üzerinden Sovyet Devrimi‘nin eleştirisini yapmakta, dönemin kişilerini ele almakta ve onlara gönderme yapmaktadır.
Ray Bradbury – Fahrenheit 451 (1951)

Bradbury, bu eserinde tüketim toplumuna bir eleştiri yapmaktadır. Dolayısıyla kitap hem sisteme hem de yaşanılan dönemin toplumuna bir eleştiri niteliği taşır. Bradbury’nin yarattığı bu dünyada teknoloji, toplumsal alanda büyük gelişmeler yaşamaktadır ama kitaplara ve sorgulamaya yer yoktur. İlginçtir ki, itfaiye bu kitapta bir şeyleri söndürmek yerine yakmaktadır. Bu dünyada insanlar düşünme yetisi kaybetmiştir. İnsanların sorgulanması istenmez. Aslında bizim dünyamızla karşı karşıya geldiğinde korkutucu bir yerden bizi etkiler. Kendi yaşamlarımızı, teknolojiye olan bağlılığımızı ve düşünme sistemimizi yeniden sorgulamaya iter.
Aldous Huxley – Cesur Yeni Dünya (1932)

Distopik yazıların en iyi örneklerinden biri olan Cesur Yeni Dünya, diğer distopik kitaplara göre daha zor bulunabilmektedir. Huxley’in kaleme almış olduğu bu roman, sisteme bir alternatif sunmak yerine mevcut sisteme eleştiri niteliğindedir. Bu yüzden bu roman bir noktada “Anti-Ütopya” olarak bilinir. Huxley’in bu eseri yazdığı dönem karanlık bir dönem olduğu için onu roman yazma yoluna itmiştir. Kitabı okumadan önce, dönemin koşullarına göz gezdirmek kitabı anlamlandırmakta büyük fayda sağlayacaktır. Dünyanın en çarpıcı özelliklerinden biri, “anne” ve “baba” kavramlarının ayıp olarak sayılmasıdır. Dünyaya gelen insanlar, bir kuluçka ve şartlandırma merkezinde dünyaya gelmektedirler. Dünyaya gelmeden önce insanlar, toplumdaki rollerini kabul etmiş olarak doğarlar.
Margaret Atwood – Damızlık Kızın Öyküsü (1985)

Geçtiğimiz dönemde The Handmaid’s Tale adında dizisi çıkan bu eser, bir distopik kurgu niteliğinde olsa bile içinde bulunduğumuz dünyayı bize gösteren feminist bir distopya ürünüdür. Diğer distopya yazılarından onu ayıran en can alıcı noktası, bir ihtimali değil içinde yaşadığımız gerçekliğin kendisini yüzümüze çarpan bir nitelikte oluşudur. Bu dünyada kadınların hiçbir hakkı yoktur. Büyük bir çoğunluk kısırdır ve bilinçli olarak kadınların doğurganlıkları azaltılmıştır. Hayatta olan bebeklere sahip olabilmek, büyük bir ayrıcalık sayılmaktadır. Mevcut bir sınıf ayrımı varken, kadınların arasında da bir sınıf ayrımı vardır. Bu romanda, kadınlara yapılan ve akla dahi gelmeyen her türlü baskıyla okuyucu karşı karşıya kalmaktadır.





