Ece Temelkuran; hayatının büyük bölümünde kadın hareketi, siyasi hükümlüler gibi sorunlar üzerine araştırmalar yaptı, konuştu, yazdı. 1996’da şiir-metin türündeki kitabı “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır” yayımlandı. Aynı yıl Alman Hükümeti tarafından yılın gazetecisi seçildi. 1997 yılında “Oğlum Kızım Devletim: Evlerden Sokaklara Tutuklu Anneleri” adlı araştırma kitabı yayımlandı. “Bekaret Testi Suçtur” adlı yazısıyla Tabipler Odası Yılın Araştırma Yazısı ödülünü aldı. Hayat Üçlemesine İç Kitabı ve Kıyı Kitabı ile devam etti.
Üçlemenin ilk kitabı olan “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır” kitabından alıntılar derledik. Keyifli okumalar.
- kanamanın ve sevişmenin bununla bir ilgisi olmadı hiç. “hayal dünyası”nda yaşadığımdan beri de, kafam karışık biraz. hiçbir kadının bütünlüklü bir öyküsü olamayacağını düşünüyorum durmadan. çünkü bütünü, bizlerde bir bütün için yola çıkanlar, parçalara böldüler. sonra onlar da bölündü. öykülerimizi artık kuramıyoruz. hiçbirimizin serim, düğüm ve sonucu olamadı. kadınların, küçük, komik acı öyküleri vardı. (s. 1)
- kötü olan her şey, kedinin evden kaçmasıyla başladı. yataklara yabancı adamlar doldu. bilirsiniz anneler en çok bu zamanlarda anımsanır. (s. 3)
- kadın anlaşılmamış bir şaka gibi havada asılı. kadın hep, en önemli yerini unuttuğu komik bir öyküyü arar. aslında her öykü, bir tür terk edilmeyle başlar. (s. 4)
- öyküler parçalanmış kadınların ve erkeklerin kanını yerden kaldırmalı. öcümüzü almalıyız hayatı “becerenler”den. bütün delirmelerimizi delirtmeliyiz onlara. bütün yaralarımızı iade etmeliyiz. (s. 5)
- her gün bir başka yalan anlayacağınız. oysa, benim kedilerim ölüyor. ona kaç kere söyledim, belki bin kere, “erken gel” dedim, “kediler ölüyor.” (s. 9)
- ben onları fidel, aksatmadıkları mektupları ve kahkahaları için seviyorum. bir de erken öldükleri için. bak fidel, bu toprakların altında onlar da var. küçük komik böcekler ve ölü çocuklar, ne garip değil mi? (s. 13)
- komiser bey, kim kimi terk etmiş oluyor şimdi? aşk öldürür mü gerçekten? hangi aşklar öldürür? şimdi kim tutuklanacak? suç var mı sizce?
komiser bey, bir insan nefesini hiç konuşmadan ne kadar tutabilir? (s. 19) - ve kahin, “elektrik direklerini dikin,” dedi, “zamanı gelince, çarmıha gerilecek şehrin bütün suçları!”
işte bu kadar çok elektrik direği, bu yüzden vardı… (s. 23) - öykü çekip gidememe ikiyüzlülüğünün yeniden üretimidir. o, aslında sahtekar bir tanrıdır.
başka türlü diyememektir.
insanın göğsündeki meyhanede kaç küçük memur ölüyorsa her akşam, o kadar öykü olur.
…
öykü budur. sürgün de… (s. 29) - annemle, onları ölerek cezalandırmaya karar verdik. bileklerimizi kesmeyi planlıyoruz. sonra onlar ağlayacaklar.
biz bunu düşünürken neden ağlıyoruz acaba? (s. 31) - kaç kez ölmeyi düşleyebilir insan anne, ölmeden?
…
anne, kaç kez ölmeyi düşledin sen? ölmeden önce. (s. 32) - biz ölüyoruz, size bunu anlatıyorum. (s. 32)
- alara, sen neleri terk ettin annen gibi yenilmemek için? biz ne zaman annemiz gibi olduk? aslında babamız olan o adamları nasıl bulduk? yenildiğimiz bir maçın rövanşı bu, alara, dikkatli ol.
o adamlarda babanı öldürebildin mi? ihtimal, öldüremedin. yenildin.
…
aslında ne sevdin ne de öldürebildin onları, alara. (s. 36) - sirakuza’da cadıları yakarlar yalnız
sana bir şey olmaz
âşık olmadığını söyle onlara
ölü çocukları sevmediğini
hep televizyon seyrettiğini
ellerine yağmur yağmadığını
yalnız cadıları yakarlar sirakuza’da
memelerini gösterme onlara
dilimizi ve öyküyü anlatma
korktuğunu anlamasınlar
çünkü yalnız cadıları yakarlar sirakuza’da (s. 39) - ne dünyaya zarar vermek istiyorum ne de büyük bir yarar sağlamak gibi önlenemez bir isteğim var. var olmak, o kadar da heyecan verici gelmiyor bana. buna karşılık, yok olmanın da anlamlı bir yanını göremiyorum. (s. 48)
- günün birinde yaşamımı yazmaktan korkuyorum. kendimi, böyle bir karar vermişken görebiliyorum … tanrı beni böyle bir hevese kapılmaktan korusun. bir an için yazabildiğimi varsayalım. ya bu saçma sapan karalamalar birinin eline geçerse… bütün mahallenin diline düşerim billahi. (s. 49)
- “yalan söyledim,” dedim. alara hiç de şaşırmış görünmüyordu. ben onun şaşırmamasına çok şaşırmıştım oysa. paniğe kapıldım, demek bütün uydurmalarım biliniyordu. demek insanlar, benim uydurmamı artık yadırgamıyorlardı. insanların, palavracı bir deli olduğumu düşünmelerinden hoşlanmam. ne de olsa, bunu isteyerek yaptığımı kimse söyleyemez. oluyor işte. (s. 51)
- elle tutulur bir yanı olan, kurgusu olan öykülerim yok ki benim. oldum bittim saçma buldum bu kurguları, olay örgülerini. yani sizin anlayacağınız, akıl hastanesine bile yatmadığım için, kimsenin göz ucuyla bile bakmayacağı bir safsata olacaktır karalamalarım.
madem bu kadar çok uyduruyorsun, niye gidip bir akıl hastanesine tedavi olmuyorsun? haklı bir soru. ama en azından soru kadar da haklı bir yanıtı var: zamanım olmadı. evet, evet. gerçekten buna hiç mi hiç zamanım olmadı. yaşamayı yarıda kes. oralara git. birtakım insanları deli olduğuna inandırmaya çalış. inandıramayınca evine dön. dolma yap, dişlerini fırçala ve kitap oku. geri kalan yaşamını da delirmeyi bile becerememiş bir insan olarak geçir. çekilir şey değil doğrusu. (s. 54) - kafamın içinde, aklımı kaçırma duygusu dolanıp duruyor deniz. bunu sana anlatamıyorum. hiç anlatamıyorum. çünkü sen, “sağlamsın”. ben kendimi… çürük gibi işte. kimsenin bana gereksinimi yok, olmayacak da. benim ölüm ve acı üzerine sıkıntılı şiirlerimi kim okumak isteyebilir ki? ben, ne papatyaları anlatabiliyorum senin gibi, ne de devrimi. ben, acıyla meşgulüm deniz. anladın mı? (s. 64)
- “bana kalırsa, kendini de çok önemsiyorsun. her yaşadığın zorluğu bu yüzden abartıyorsun. sen merkezde bir dünyada elbette yalnız kalırsın.” (s. 68)
- öyle değil işte. bu kadar çok ağlayan bir insan… ben kendime, hiçbir şey gibi geliyorum. bu yüzden yazıyorum işte. bu yüzden, insanları yataklarından kaldırıp, sanki olanaksızı başarmışım gibi yazdıklarımı okuyorum. herkes de anlıyormuş gibi geliyor bana. (s. 68)
- biriyle karşılaşırsın, geyikleri anlatır sana, destanları. âşık geyiklerin boynuzlarından kilitlenip öldüklerini duyarsın. insan olmak, o kadar da önemli gelmez artık. (s. 71)
- gizli bir örgütün üyesi olduğumu yeni anladım. öyle ya, tek başıma olamazdım. benim gibiler mutlaka olmalıydı. yoksa bay tanrının, beni tek başıma sürüneyim diye dünyaya göndermesi çok mantıksız olurdu. (s. 72)
- ben ve benim gibiler, dünyada hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimizi düşünerek büyüdük. biz mektuplar yazdık hep, bir de uçlarını içimize döndürdüğümüz şiirler. şiirleri, bedenlerimize saplamaya çalıştık. oysa onlar, çoktan peltekleşmişti. uçları yoktu. (s. 79)
- … dolayısıyla artık, bay mavi sakal’la evlendirilmiştim. madem girmeyecektim, 41. odanın anahtarını niye verdi bana?
-girmeyeceğimiz onca odanın anahtarını niye verdiler bize?-
ben de yapılması gerekeni yaptım: bütün odaları dolaştım. (s. 84) - 1. odada, cosmo kızların pırıltıları arasında kız kardeşlerimin kemirdikleri parmakları kesiliyor. sürekli mutsuz oldukları için beyinlerine gerekli tedavi yapılıyor. söylediklerinin hiçbiri yeterince şirin olmadığı için ağızları dikiliyor. yerler kan içinde.
kapı aralığından gördüklerimi kimseye anlatmamaya kararlıyım. galiba ağlıyorum.
… eğer bir cosmo kız değilseniz, fazla seçeneğiniz yoktur. (s. 88) - 3. oda
ruhları sünnet edilmiş kadınlar. sonsuza kadar sabırlı kadınlar. artık konuşmadıkları için onları anlayamıyoruz. gerçekten varlar mı, o bile kesin değil. en azından sokakta yüz yüze gelmiyoruz onlarla. ama sanılmasın ki, onlar yok oluyorlar. onlar, sessizce ve yeni baştan, yeni sabırlarla üretiliyorlar. (s. 94) - mavi sakal’ın odalarını dolaştım. 40 oda. rengârenk hazine odaları. hiç ağlamadım. kimseyi kurtaramadım. çoktular. öyle çoktular ki, ben sesimi bile çıkaramadım. 40 odayı dolaş, ye, iç, eğlen, ruhunu doyur, kendine gel, mutlu ol, dedi bana mavi sakal. sonra da 41. odanın anahtarını verdi. ama sakın açma, dedi. (s. 96)
- öykünün münzevi hali düşünülürse, 41 odada sayısız numara yapabilirim. kendimle 41. odada buluşmak örneğin. yüzümden parça parça etler sarkarken. içerideki ben, giren beni görünce cinnet geçirir. araya da bir anlamlı cinnet diyaloğu koyarız. kadının kendi kendini kurban edişi, kendi ruhunun katili olmak, vs. gibi tumturaklı laflar da koyduk muydu… (s. 97)
- onları görmüyorum ama biliyorum; hâlâ susuyorlar. ama artık onların susmalarını dinlemiyorum. bitti, her şey bitti. artık delirdim, artık suçlu değilim, çünkü deliyim. tam istedikleri gibi oldu. ama onların planlarına da aldırmıyorum. yok ettiler. tam düşündükleri gibi. öyle çok sustular ki, artık yok oldum. (s. 100)
- hani bazen olur ya, ağlamak yetmez. ağlamanın hiçbir türlüsü yetmez. bağırmak da yetmez. çekip gitmeye bile gerek yoktur. garip bir gülme kaplar göğsünüzü. çünkü acı öyle büyüktür ki, bedeninizi kaplar. bedeniniz acı olur. acı yabancı değildir, batmaz. gülersiniz. gülüyorum. bütün gizlenmiş, yatıştırılmış, bütün yasaklanmış gülmelerimi gülüyorum. ağzımdan dışarı sular fışkırıyor, serinliyorum. (s. 100)
- biz ölünce -siz susuyorsunuz ya, biz ondan ölüyoruz işte- ölünce biz, karşısında durup susacağınız kimse olmayacak. silahlarınızla yalnız başınıza kalacaksınız.
hoşça kalın. (s. 102) - o gün öldüm. artık hiçbir soruyu yanıtlamayan bir gülümsemeydim. sorusu olmayan bir yüz. acısız beyin. her şey, karşısında gülümsenecek bir film gibi akıp gidiyordu. ben, tam da istediğim gibi, orada öylece duruyordum. orada öylece durup, katillerden intikam bile almak istemiyordum. durmak ve gülümsemek. en sonunda bunu yapar insan. ne bağırmak, ne küfür etmek. (s. 103)
Ece Temelkuran, Bütün Kadınların Kafası Karışıktır, Everest Yayınları, 2015


