Haruki Murakami ve William Faulkner’ın birbirilerinden bağımsız Barn Burning adlı iki kısa hikâyesinden esinlenerek; Poetry filmiyle, 2010 yılında, Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü alan Lee Chang-dong’un zeki yönetmenliği eşliğinde beyaz perdeye taşıdığı Burning (Şüphe) 2018 yılına damgasını vurmuş yabancı filmlerden birisi.
Jong-su postacılık yapmak zorunda kalmış aynı zamanda kendisini toplumdan izole etmiş umut vaat eden bir yazardır. Bir gün iş sırasında geçmişten gelen tanıdık bir isim ve tanımadık bir yüz tarafından çevrildiğinde çocukluk arkadaşı Hea-mi ile karşılaşır. Hea-mi, başkahramanımızın aksine oldukça sempatik, hayat dolu ve arkadaş canlısıdır. Lee’nin akıllı diyaloglar ve doğru kamera açıları eşliğinde Jong-su’nun Hea-mi’ye hızla bağlandığını görürüz.
Filmin derdini anlatmaya başladığı yer olarak bu sahneleri öne çıkarmak mümkün. Burning, Lee’nin asla seyircinin yüzüne vurmadığı ve inatla sert söylemlerden kaçındığı anlatılarıyla kayıp ruhları andıran karakterleri ekrana yansıtıyor. Jong-su’nun da Hea-mi’nin de birbirilerine bu kadar çabuk bağlanmaları ve koptukları geçmişin getirdiği sıcaklığı kabullenmeleri, seyirci olarak onların yalnız insanlar olduğunu kavramamızda bize yardımcı oluyor.
Aralarındaki bu ihtiyaç ilişkisi elbette uzun sürmez ve Hea-mi, Afrika’ya bir süreliğine seyahat etme kararı alır. Arkasında ise ne Jong-su’nun ne de bizim bir türlü görme fırsatı bulamadığımız kedisini, Jong-su’ya bakması için bırakır. Hea-mi geri döndüğünde yanında Ben isimli karizmatik, zengin ve gizemli bir yabancı da vardır.
Ben’i bir anda hikâyeye dahil olan bir karakterden fazlası yapan Jong-su’nun hem sınıfsal hem de insan ilişkileri açısından tam tersini temsil etmesi. Jong-su dışardan fazlasıyla yalnız, insanlarla konuşmakta ve ilişki kurmakta zorlanan, hayatta tam olarak neyi neden istediğini bilmeyen, beş parasız kafası karışık genç bir adamken Ben, onun dudaklarından dökülecek kelimeleri bekleyen bir çevreye, paraya ve başarıya sahip. Hea-mi ile arasında sürdürdüğü ilişki ise hiçbir zaman direkt olarak Jong-su’yu ve arkadaşlıklarını tehdit etmese de varlığı ikilinin ilişkisini sert testlere maruz bırakıyor.
Hikâyenin yapı taşlarından birinin yalnızlık olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle büyük şehirlerde kaybolmuş, değersizleştirilmiş, anlamını yitirmiş hayatlara odaklanan; olaydan çok anlatmaya çalıştığı duygulara ses veren bir film Burning. Lee’nin spesifik olarak bunu amaçladığını görmek mümkün fakat aynı zamanda seyircisine açık açık derdini anlatmaktan kaçınıyor. Durum trajedisinden uzaklaşmış, daha çok karakterlerin yalnızlıklarıyla nasıl baş ettiğine odaklanmış olan yönetmen çoğu zaman bu anlatımından vazgeçmiyor.
Jong-su’nun ona ulaşmaya çalışan insanları inatla çevresine ördüğü duvarın dışına itmesi, kendisinin bile o duvarın dışına çıkamaması başlı başına alegorik bir anlatımken Hea-mi’nin, belki de zihninde var ettiği olaylara ve ilişkilere, tutunmaya çalışması ve Ben’in kırık oyuncakları tamir eder gibi hayatına aldığı kadınları tamir etme çabası ve tanrıcılık oyunu daha sert birer çizgiyle seyirciye yansıyor. Kendi hikâyelerinde kaybolmuş kişilerin hayata tutunma çabasını izlerken Hea-mi’nin kayboluşu ile seyirci olarak kendimizi içinden çıkılmaz bir şüphenin ortasında buluyoruz.
Ben, Jong-su’nun şüphelerinin farkındayken bile başkahramanımızı kışkırtmaya devam ediyor fakat filmin başından beri karakterinden taviz vermiyor. Ben’in gerçekten Hea-mi’nin kayboluşu ile bir bağlantısı olup olmadığını çözmeye çalışırken tıpkı Jong-su gibi paranoyaklaşıyoruz ve filmin boğazımızdaki eli gittikçe daha da sıkılaşıyor.
Final sahnesi, hikâyenin ayaklarının yeryüzüne yeniden basmasına neden oluyor ve biz belirsizliğin içinde süzülürken yönetmen bizleri sert bir biçimde gerçekliğe çekiyor. Lee’nin açıklamasına göre filmi soyut okumak mümkün fakat bunun Jong-su’nun hikâyesine başlı başına bir haksızlık olduğunu görmezden gelemeyiz. Film bizim için ışıkları açarken sis hâlâ hikâyenin içinde ve Jong-su’nun aklında kalmaya devam ediyor. Murakami’nin Barn Burning’i ile Lee’nin Burning’i arasındaki tek fark, başkahramanımızın sis kalkmadan harekete geçmiş olmasıyla filmin kapanması ve geride sadece belirsizliğin kalması.
Burning’i başarılı kılan bir diğer etken ise sinematografisi ile The Wailing (Kara Büyü), Train to Busan (Zombi Ekspresi) ve Drive My Car işleriyle tanıdığımız Kyung-Pyo Hong. Hong’un kamerayı kullanış biçimi, kadrajı, renk paletleri, sıklıkla başvurduğu temel kurallar; Burning’in soyut anlatımını dünyaya bağlıyor ve filmi somut bir şekilde yorumlayabilmemiz için de bize yeni bir kapı aralıyor.
Lee’nin anlatım bakımından durum hikâyelerini aratmayan filmi, bizi şahit olduğumuz olayların başından sonuna kadar havada bırakmaya özen gösteriyor. Seyirci olarak karakterlerle empati yapamamamız bizi güvenli bir alanda tutarken acılarını ve kayboluşlarını anlamlandırmak onlarla bağ kurmamıza neden oluyor. Çağımızın en büyük sosyal ve ruhsal sorunlarından biri haline gelen yalnızlığın karşısında üç farklı hikâyeyi tek pencereden izlerken filmin içimizde bıraktığı sorularla karakterlere veda ediyoruz.