Son yıllarda istikrarlı bir şekilde birlikte çalışan Yorghos Lanthimos ve Emma Stone, The Favourite(2018), Poor Things (2023) ve Kinds of Kindness’ın (2024) ardından bir kez daha bir araya geldiler ve yılın yüksek reytingli filmlerinden Bugonia’yı ortaya çıkardılar. Bu tabiri kullanmamın ana nedeni, ikilinin filmin yapımcılığını da üstleniyor olmasından kaynaklanıyor. Orijinali 2003 yılındaki Jang Joon-hwan imzalı Save the Green Planet! filmi olan Bugonia’da daha farklı bir anlatım şekli benimseniyor ve Lanthimos’un özgün tarzı yine başrolü oynuyor.
Bugonia, antik Yunan’da arıların bir öküz ölüsünden yeniden doğması ritüelini tanımlayan bir söz olarak Lanthimos’un film için tercih ettiği isim olmuş. Film aslında distopik bir kara mizah gibi görünse de son zamanlarda sıklıkla görmeye başladığımız insanlığın kendisiyle hesaplaşması temasını merkezinde tutuyor. Bunun ana sebebi elbette geçmiş yıllarda distopik olarak izlediğimiz filmlerdeki pek çok olayın giderek gerçeğe dönüşmesi. Uzun diyalogların mizahi bir gerilimle yoğrulduğu film aynı zamanda başarılı ses kullanımıyla keyifli bir sinema deneyimi sunuyor ama işlemiş olduğu konuların yüzeysel kalmasından da kaçamıyor. Yaz sonunda Venedik Uluslararası Film Festivali’nde prömiyerini yaparak 31 Ekim itibariyle vizyona giren Bugonia film incelemesine hoş geldiniz!
Yazıda ağırlıklı olarak teknik detaylara ve dramaturjiye yer verilmiştir. Ancak yine de spoiler yer almaktadır.
Filmin Konusu

Uzaylıların Dünya’yı istila ettiğine dair içinde yoğun şüpheler barındıran bir komplo teorisyeni olan Teddy, kuzeni Don’la birlikte büyük bir ilaç şirketinin CEO’su olan Michelle Fuller’ı kaçırır. Bunun sebebi Teddy’nin, Michelle Fuller’ın insanlığın sonunu getirmek isteyen bir uzaylı olduğunu düşünmesidir. Teddy, Michelle Fuller’ı alıkoyarak uzaylıların gemisine gitmek ve uzaylı yetkililerle anlaşmak istemektedir. Teddy’nin yıllar boyunca geliştirmiş olduğu bu teorilerde annesinin hastalığı ve Michelle Fuller’ın ilaç şirketinin annesinin üstündeki başarısız deneyleri de etkili olur. İkna edilmeye oldukça açık olan kuzeni Don’u yıllar boyunca bu ana hazırlayan Teddy, sonunda Michelle’i kaçırır ve tek mekânda geçen bir sorgu girdabıyla film devam eder. Uzaylıların uzun saçları aracılığıyla birbirleriyle iletişim kurduğunu düşünen Teddy ve Don, Michelle’in saçlarını kesecek kadar inançlılardır. Film, oldukça kanlı ve şiddete meyilli sahnelerinin yanında konusunu işleyiş şekliyle mizahi yönden güçlü durmaya çalışıyor. Bunu ne kadar başarabildiği bir yana hayatımızdaki tüm komplo teorisyenlerini çok da ciddiye almayıp onlara güldüğümüzü düşünürsek filmin bu yapısı anlamsız değil. Hatta film yer yer gerilimi yer yer mizahi yönüyle başarılı bir kontrast da oluşturuyor. Bunun en büyük sebebiyse kesinlikle oyunculuk performansları.
Filmin Temposu ve Oyunculuklar

Film, Save the Green Planet! filminin yeniden çekimi olduğu için senaryo anlamında yeni bir şey sunmuyor. Buna karşılık özellikle Lanthimos’un tempo tercihi filmin hem başarılı hem de başarısız noktalarını oluşturuyor. Filmde, uzun diyaloglar hiç aceleye getirmeden kendini gösteriyor. Üstelik bundan korkulmadığı net bir şekilde ortada. Buna karşılık filmin hiç sıkıcı olmadığını, diyalogların akıp gittiğini düşünüyorum. Ancak biraz önce de belirttiğim gibi bunun asıl sebebini oyuncular oluşturuyor. Filmin geniş bir kastı olmadığı için doğal olarak eldeki oyunculara bağımlı bir durum var ve performanslar da bu beklentilere karşılık vermiş. Emma Stone (Michelle Fuller), her zamanki gibi geniş portföyünden faydalanıp doyurucu bir performans sergilerken filmin bir diğer başrolü Jesse Plemons (Teddy) yeterince tatmin edici, karakterin hem komik hem de dramatik yönünü çok iyi gösteren bir performans sergiliyor. Aidan Delbis (Don) ise riskli bir rol oynamasına rağmen tekrara düşmemeyi başararak çok iyi bir tamamlayıcı olmuş.

Bunlara rağmen filmin tüm bu başarılı noktaları yalnızca belli bir süre için geçerli. Filmin yarısından itibaren ilgi çekicilik git gide azalıyor. Üstelik sonlara doğru twist olarak adlandırabileceğimiz olaylar olsa da film çarpıcılık konusunda çok zayıf kalmış. Doğrusu Lanthimos’un detayları yeterince iyi kurgulayamadığını ve çok özenli bir iş çıkaramadığını düşünüyorum. Film, anlattıkları bakımından aslında çok ciddi sorunları gösteriyor. İklim krizine ve kapitalist sömürüye uzaylı metaforuyla bakmak elinizi çok genişleten ve yaratıcılığınızı konuşturabileceğiniz bir alan. Hem de bunu komplo teorisyenleriyle birleştirdiğinde ortaya Lanthimos için absürtlüğün zirvesi bir durum çıkıyor. Ancak maalesef bu durum perdeye yeterince çarpıcı şekilde aktarılamıyor. Filmin ses kullanımı çok başarılı olsa da özellikle renk kullanımı ve sinematografinin sönüklüğü bir Lanthimos filminden beklenilmeyecek kadar sıradan görünüyor. Filmin mizahi yönünde de biraz zorlamalar var. Durumun kendi absürtlüğüne, karakterlerin bunu işleyiş biçiminden daha fazla gülüyorsunuz. Böyle olunca da filmin ilerleyen dakikalarında karakterlerin motivasyonları seyircinin gözünde inandırıcılığını yitiriyor. Karakterler biraz daha fazla tipleştirilebilmiş olsaydı absürtlüğün aktarımı daha başarılı olabilirdi. Belki de filmin ardından Lanthimos’un bir süre yönetmenliğe ara verme kararı doğrudur ve kendini yenileyip gelmesi gerçekten de daha iyi olacaktır.
Salt Bir Haklılık Mümkün mü?

Film, türler arasındaki savaşı anlatırken bunu empatiden uzak bir şekilde yapıyor. Herkesin olayları kendi bakış açısına göre yorumlaması şiddetin meşru kılındığı bir ortama zemin hazırlıyor. Aslında durumun absürtlüğü de buradan kaynaklanıyor. Uzun diyaloglara rağmen kelimeler yerinde saymaktan başka bir işe yaramıyor. Karakterler kendilerini ve motivasyonlarını açıklamaktan ziyade yapmak istedikleri şeyleri manipülatif bir dille kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bu da elbette saldırgan bir şekilde oluyor. Uzaylı ya da insan olmanız, herkesin kendi istediğini sınır tanımadan yaptığı gerçeğini değiştirmiyor. Aslında bunu günlük hayatlarımıza uyarladığımızda sosyal medya paylaşımlarının altındaki yorumlarda kendini gösteren bir gerçeklik olduğunu görebiliriz. Linç kültürünün hiçbir emeğe, zamana ya da heyecana saygı duymaması, insanların saldırganlığını ve dünyayı sadece kendi görmek istedikleri gibi yönlendirme isteklerini gösteriyor.

Peki tamamen haklı olan bir taraf olması ne kadar mümkün? Örneğin Michelle, kapitalist bir sömürüyle insanların hayatıyla oynayan bir sermaye sahibiyken hangi haklarla nutuk atabilir ki? Ancak bunu yapıyor, hayata karşı kaybetmiş hisseden iki kişiye karşı soğukkanlı kalabilmesi polisi, devleti yani tüm gücü avcunun içinde tutmasından kaynaklanıyor. Böyle bir ortamda, esir alınmış olmasına rağmen haklılığını ortaya dökeceği tüm o uzun diyaloglar anlamsız geliyor. Diğer yandan Teddy ve Don, ayak uyduramadıkları bir düzenin içinde debelenip dururken hayatı açıklamak için uzaylıları öne sürmüş komplo teorisyenleri olarak karşımıza çıkıyor. Komik ve anlamsız geliyor, öyle değil mi? Size gelip sürekli bunu söyleyen bir arkadaşınızı ne kadar ciddiye alırsınız? Elbette günün sonunda kimseye doğrudan zarar vermeyen bu teoriler gülüp geçebileceğimiz şeylerken hayatımızda gerçeklerden kopuk ama insanlara doğrudan zarar veren birçok komplo teorisyeni de bulunuyor. Anlamsız inanışlar, dünyanın sadece kendi çevresinde döndüğünü zannetmek gibi pek çok olgu kimi zaman milyonları sürükleyen ideolojiler olarak da karşımıza çıkıyor. Irkçılık, cinsel yönelimlere olan düşmanlık, toplumsal cinsiyet eşitliğini yok saymak gibi günümüz gerçekleri sonunda Teddy’nin kendini haklı gördüğü gibi şiddet eylemlerini ortaya çıkarmıyor mu? Nihayetinde insan ya da uzaylı olmaktan, kadın ya da erkek olmaktan ya da hayatta kendinizi hangi kimliklerle tanımladığınızdan bağımsız olarak sınırların eşit, adil ve paylaşımcı şekilde tanımlanmadığı bir ortam, salt bir şekilde kendinizi haklı gördüğünüz ancak kendinizi kandırdığınız bir gerçeğe dönüşür.
Uzaylı İstilası Metaforuyla Kapitalist Sömürü

Dünya’daki iklim krizinin derinleşmesiyle birlikte distopik olarak kabul ettiğimiz her şeyin günbegün gerçekleşmeye başladığını gözlemliyoruz. Bunun ana sebebinin insanlık olduğunun kabulüyle birlikte sinema sektöründe de farkındalık yaratmaya yönelik denemeler arttı. Daha bu yılın başlarında ünlü yönetmen Bong Joon-ho’nun Mickey 17 filminde de benzer bir tema görmüştük. Bugonia’da da kapitalist sömürünün insanlığı yok etmeye doğru götürdüğünü, ekonomik güç dengesinin bozulduğunu ve insan hayatının sermayenin gerisinde kaldığını net bir eleştiriyle görüyoruz. Tabii ki gezegeni geri dönüştürülemez enerji kaynaklarıyla kullanan büyük endüstriler bunun baş sorumlusu diyebiliriz. İnsanlığın sonuna dair Teddy’nin uzaylı teorisi aslında gücünün yetmediği kapitalist sömürüyle mücadele edememesinden kaynaklanıyor. Bunun yanında Michelle Fuller gerçekten uzaylıları temsilen buradaysa kapitalist sömürüye hizmet eden hatta bu sömürüyü üreten bir CEO olması hiç de tesadüf değil.

Teddy, annesinin hastalığına ve yaşam koşullarına akıl sır erdiremezken uzaylı teorisi onun hayatının yaşanmaya değer olduğuna dair bir inanışa dönüşüyor. Eğer uzaylılar gerçekten de Dünya’yı yok etmek istiyorsa bunun yolunu kapitalizmle hem doğayı hem de insan hayatını değersizleştirerek yapıyor. Doğanın yok oluşuna dair de bal arılarının üretim zincirindeki çalışmaları örnek veriliyor. Bir yandan Albert Einstein’ın “eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanlığın sadece dört yıl ömrü kalır” cümlesi akla gelirken bir yandan işçi arıların kraliçe arı için nasıl umarsızca çalıştığı gözler önüne seriliyor. Her yıl su kaynaklarının daha da azaldığı, iklimlerin alışılmışın dışına çıktığı ve en nihayetinde hayra alamet olmayan bu durumlar insanlığın kendisiyle hesaplaşmaya başladığı bir noktaya gidiyor. Ancak bu konuda sürdürülebilirlik programlarının yayımlanmasından daha da acil olan şey, her insanın bu programlara bireysel olarak uyum sağlaması olduğudur. Aksi takdirde insanlığın sonu için uzaylılara ihtiyacımız kalmayacak (bu cümle bir komplo teorisi değildir).
Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz:
Kaynakça:


