Yazdıklarıyla çığır açmış üç kız kardeş düşünün; 19. yüzyıldan bu yana hâlâ eserleri okunan, üstüne araştırmalar yapılan ve edebiyatta feminist devrim yaratan üç yazar. Başlıktan da anlayabileceğiniz üzere Brontë kardeşlerden bahsediyorum: Charlotte, Emily ve Anne Brontë. Brontë’ler eserlerinde, dönemin geleneksel yazım tekniklerinden uzaklaşıp tartışmalara neden olan konu seçimleriyle öne çıkmışlar; dolayısıyla zamanın ilerisinde bir edebî anlayışı, 19. yüzyıl İngiltere’sinde göz önüne sermişlerdir. Trajik bir şekilde erken yaşta ölen kardeşlerin geride bıraktığı yalnızca yedi eser var. Bu kadar az kitapla, dünya edebiyatının başyapıtlarında yer almayı başaran Brontë’ler, daha uzun yaşasalardı ne gibi başarılara imza atarlardı diye düşünmeden edemiyor insan.
Peki aslında kimdir bu Brontë’ler, neden İngiliz edebiyatı denildiğinde akla onların eserleri gelir, eserlerini bu kadar değerli kılan nedir? Bu yazımda bu soruların cevabını vermeyi amaçladım. Keyifli okumalar dilerim.
Brontë Kardeşlerin Yaşamı

Brontë’ler, Yorkshire’ın Thornton isimli kasabasında yaşayan sekiz kişilik kalabalık bir ailedir. Kısa süre sonra Haworth’ta bir papaz evine taşınırlar ve çocuklar yaşamlarının büyük kısmını burada geçirirler. Babaları Patrick Brontë; İrlanda kökenli, Anglikan mezhebine bağlı bir papazdır. Anneleri Maria ise Cornwall kasabasında doğup büyümüştür. Maria’nın 1821 yılında rahim kanserinden vefat etmesiyle, kız kardeşi Elizabeth; altı çocuk (Maria, Elizabeth, Charlotte, Emily, Branwell ve Anne) ile baş başa kalan Patrick’e yardım etmek için papaz evine taşınır ve 1842’deki ölümüne kadar aileyle ilgilenir. Babalarının desteği ve toplumun diğer kesimine göre maddi açıdan bir tık daha iyi durumda olmaları, çocukların iyi bir eğitim görmesini sağlar. Kendi evlerinde sayısız kaynağa erişimi olan Brontë’ler, o zamanlarda yaygın olan dini eğitim sınırının dışına çıkmış ve genç yaşta entelektüel bilgi birikimi edinmişlerdir. Evde gördükleri eğitimin yanında, belirli bir yaştan sonra çeşitli okullarda da eğitim almışlardır. İlk eğitimlerini Cowan Bridge yatılı okulunda alan Charlotte, Emily ve iki büyük kız kardeşleri Maria ile Elizabeth daha 10–11 yaşlarındadır. Okulun kaliteli eğitimine karşın, sağlıksız koşulları nedeniyle Maria ve Elizabeth, okula kayıt olduktan kısa süre sonra vefat etmişlerdir. Bu ani ve trajik olayın hemen ardından Charlotte ve Emily okuldan alınıp eğitimlerine evde devam etmeleri sağlanmıştır.
Brontë’ler, çocukken günlerini kendi yaşıtlarıyla vakit geçirmekten çok, evde herkesten izole halde birbirleriyle hayali oyunlar oynayarak geçirmiştir. Örneğin, her kardeşin bir krallığının olduğu, bunları dünya haritasının üstüne işaretleyip kendi hallerinde yaratıcı oyunlar oynadıkları bilinir. Gazete, şiir kitapları ve diğer pek çok çeşit kitaptan edindikleri entelektüel birikimle beraber düşünce güçlerini harmanlayan kardeşler; çocukluktan ölüme kadar olan süreçte şiirler yazmış, portreler ve manzara resimleri çizmiş ve hepimizin de aşina olduğu üzere başyapıt değerinde romanlar kaleme almışlardır. Dış dünyadan bu kadar uzakta olup küçücük bir odanın içinde böylesine çarpıcı kurgular yaratabilmeleri, onları değerli kılan unsurlardan yalnızca biridir.
Brontë’ler, yetişkinliğe ulaştıklarında geçimlerini sağlamak için çeşitli işlerde çalıştılar; nitekim ailenin maddi durumu ne çok kötü ne de çok iyiydi. Charlotte, Emily ve Anne’in yaptığı işler arasında öğretmenlik veya mürebbiyelik vardı (bu pozisyonlardaki iş deneyimlerinden bazıları romanlarına da konu olmuştur). Üç kız kardeş, 19. yüzyılın ortalarına doğru genç kızlar için bir okul açma planı yaparlar. Bu planı gerçekleştirmek için Charlotte ve Emily, Fransızca ve Almanca öğrenmek amacıyla Brüksel’deki bir yatılı okula kaydolurlar. Bu esnada ailenin tek erkek çocuğu Branwell, çeşitli çalışma girişimlerinde bulunsa da tek bir tanesine bağlı kalıp işi sürdürmekte zorlanır. Bu duruma örnek olarak, Anne’in mürebbiye olarak çalıştığı yerde işe başlayıp evin hanımıyla olan yasak ilişkisinin öğrenilmesiyle oradan kovulması verilebilir. Charlotte ve Emily’nin Brüksel’deki eğitimleri ise teyzelerinin vefatıyla son bulur. Bu olayın ardından eve dönen kız kardeşler, bir yandan evle ilgilenir, diğer yandan teyzelerinin kendilerine miras bıraktığı parayla evin giderlerini karşılarlar. Charlotte, eğitimine devam etmek için Brüksel’e tekrar gider ama bir yıl içinde memleket özlemiyle yine Haworth’a döner.
Brontë’lerin Edebiyattaki Yansıması

Brontë’ler çocukluktan beri edebiyatla iç içe büyümüş olsalar da, kendi yazılarını yazmaları ve edebî serüvenin içinde başrol olarak yer almaları belirli bir süre sonra gerçekleşmiştir. Evin yemek odasında kız kardeşi Emily’nin şiirlerini bulan Charlotte, okuduklarından oldukça etkilenir ve şiirleri yayımlaması için Emily’i ikna etmeye çalışır. En sonunda üç kız kardeş: Charlotte, Emily ve Anne, ortak bir şiir kitabı yazıp yayımlamaya karar verir. “Poems by Currer, Ellis ve Acton Bell” isimli şiir kitabı, teyzelerinin miras bıraktığı para sayesinde yayımlanır. Basım sürecinde zorluk yaşamamak ve okurlar tarafından önyargılı yorumlara maruz kalmamak için kız kardeşler kimliklerini gizli tutar ve baş harflerini koruyarak takma erkek isimleri kullanırlar. Charlotte için Currer, Emily için Ellis ve Anne için Acton isimleri tercih edilir. Bu takma isimlerin kullanılmasının ardında, Viktorya dönemi edebiyatında kadın yazarların ciddiye alınmaması ve “çiçek böcek” dolu anlamsız eserler yazacaklarının yaygın bir düşünce olması yatar.
Yayımladıkları şiir kitabının yalnızca üç kopyası satılır; ancak bu durum Brontë kardeşlerin yazmaya devam etmesine engel olmaz. Çünkü edebiyata maddî çıkar uğruna değil, yazmaya ve kurguya duydukları hayranlıkla başlarlar. 1847 yılına gelindiğinde üç kız kardeşin tamamı, üzerinde çalıştıkları romanları yayımlamıştır: Charlotte tarafından Jane Eyre, Emily tarafından Wuthering Heights (Uğultulu Tepeler) ve Anne tarafından yazılan Agnes Grey piyasadaki yerini alır. Özellikle Jane Eyre romanının büyük bir ses getirmesiyle, toplum içinde bu üç yazarın tek bir kişi olup olmadığı konusunda spekülasyonlar doğar. Üç kardeş, ikinci romanları için yayın hazırlığına başladığı sırada erkek kardeşleri Branwell’in ani ölümüyle sarsılırlar (bu esnada Anne, Wildfell Hall’un Kiracısı isimli eserini de yayımlamıştır). İkinci felaketin gelmesi de uzun sürmez; Emily Brontë, kardeşinin cenazesinde vereme yakalanır ve o da vefat eder. Yakınlıkları göz önünde bulundurulduğunda, Emily’nin ölümüyle Anne uzun bir yas sürecine girer ve geriye bıraktığı iki eserle 1849’da hayata gözlerini yumar. Charlotte ise bir süre daha yazmaya devam eder ve kız kardeşleriyle birlikte kendi gerçek kimliğini açığa çıkarır. Babasının yardımcısı Arthur Bell Nicholls’tan gelen evlilik teklifini kabul eder ve 1855 yılında, karnındaki çocuğuyla beraber hayata veda eder.
Edebî serüvenleri boyunca çok az eserle dönemlerinde bir devrim yaratan Brontë’ler, aristokratik edebiyat anlayışından uzaklaşarak kıyıda köşede kalmış kişilikleri romanlarının merkezine koymuşlardır. Romantizm ögeleriyle harmanladıkları realist durumlar ve karakterler, okurlarda kalıcı bir iz bırakmıştır. Günümüz okurlarında da bu iz belirgin durumdadır. Peki bu üç kız kardeş, kalemleriyle nasıl harikalar yaratmıştır? Eserlerini özel kılan değerler nelerdir? Şimdi bu soruların cevabını bulmak için Brontë romanlarından birkaçına göz atalım.
1) Jane Eyre – Charlotte Brontë

Üç kız kardeşin en büyüğü olan Charlotte, hayatı boyunca dört adet kitap yayımlamıştır: Jane Eyre, Shirley, Villette ve Profesör. Bu dört kitap arasında, döneminde en büyük sesi getiren ve günümüzde de hâlâ sevilerek okunmaya devam eden eser Jane Eyre’dir. Jane Eyre’ın bu kadar öne çıkmasının nedeni, cinsel imgelemlerin yoğun bir şekilde kullanılması ve Viktoryen edebiyatında fazlaca yer eden gerçekçilik türüne yeni bir boyut getirmesidir. Baş karakter Jane’in iç dünyasının çırılçıplak biçimde gözler önüne serilmesi ve kadınlar için yok sayılan “cinsellik” temasının esere hâkim olması, okuyucuları şaşırtmış; dolayısıyla da büyük ilgi toplamıştır. Bunun yanı sıra, Jane Eyre “bildungsroman” türünün klasik örneklerinden biri olarak çıkar karşımıza. Bunun sebebi, baş karakterin ruhsal ve psikolojik gelişimini başarılı biçimde okuyucuya aktarmasıdır. Bu aktarımın birinci kişi ağzından yapılması ve eserin okuyucuyla devamlı olarak iletişim hâlinde olması, eseri daha çarpıcı kılmıştır. Eser, genel anlamda birden fazla edebî türü içinde barındırmaktadır. Ahlaki realizm ve gotik anlatım türü harmanlanmış bir şekilde karşımıza çıkar. İlk kez Jane Eyre: Bir Otobiyografi başlığıyla yayımlanan eser, yıllar içinde popülaritesini artırmış ve pek çok dizi, film ve tiyatro oyununa konu olmuştur.
Charlotte Brontë, Jane Eyre ile beraber bağımsız bir kadın figürü yaratmış; kadınların da düşünceleri ve hisleri olduğunun altını çizmiştir. Kadını her zaman erkeğe göre konumlandıran topluma karşı Charlotte, bu ikincil konumlandırmayı reddetmiştir. Kim bilir, belki onun bu devrim niteliğindeki katkısı olmasa, İngiliz edebiyatı, sanatta kadın-erkek eşitsizliğini körükleyen, erkek egemen yazını savunan bir edebiyat alt kategorisi olabilirdi.
2) Uğultulu Tepeler – Emily Brontë

Emily Brontë‘nin kısa yaşamında yayınladığı tek roman Wuthering Heights, yani Uğultulu Tepeler’dir. 1847 yılında yayınlanan bu eser son derece çarpıcı ve alışılmadık temaları içinde barındırır. Dolayısıyla zamanında hem büyük ses getirmiş hem de olumsuz eleştirilere maruz kalmıştır. Bir aşk romanından beklenildiği gibi yoğun romantizm ögeleri yerine realizmi ve gotik geleneği kucaklayan eser, Catherine ve Heathcliff karakterleri üzerinden aşkın haşin yüzünü anlatır. Bu durum, okurların kitabı fazla kasvetli ve tutkulu olduğu gerekçesiyle eleştirmesine neden olur. Ancak zamanında bu tarz yorumlar alan Uğultulu Tepeler, günümüzde İngiliz edebiyatının en değerli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Earnshaw ve Linton ailelerinin hikâyesini keşfettiğimiz romanda anlatıcı, Lockwood isimli bir karakterdir. O, hikâyenin aslını hizmetçi Nelly Dean’den dinlerken biz okurlar da onun anlattıklarını öğreniriz. Hikâyenin atmosferi en başından beri karanlık ve gotik bir izlenim bırakır bizlere. Eseri okurken, Yorkshire’ın tekinsiz güzellikteki fundalıklarına şahit olur; oradaki rüzgârlı havanın bizi hikâyeye hapsettiğini fark ederiz. Kitabın en başından beri var olan ve gotik atmosfere katkıda bulunan bir diğer özellik doğaüstü unsurlardır. Bu doğaüstü unsurlar, ölülerin hayatla bağlarını koparmayıp bir hayalet gibi yaşama dâhil olmasıyla başlar. Ancak diğer gotik romanlarda olduğu gibi bu durum korkuyla karşılanmaz. Ölüm ve karakterler arasındaki bağ o kadar kuvvetlidir ki, kitabın bir bölümünde Heathcliff, âşık olduğu Catherine’in ruhuna şöyle seslenir:
“Seni benim öldürdüğümü söyledin, o zaman hortla ve benim peşimi bırakma. Cinayete kurban gidenler, katillerine rahat vermezlermiş. Ben hayaletlerin yeryüzünde dolaştıklarına inanıyorum. O zaman yanımdan ayrılma benim! Dilediğin şekli al ve beni çıldırt! Yeter ki seni bulamayacağım bu dipsiz çukurun içinde bırakma beni!” (Brontë 241)
Bu sesleniş kitabın en çarpıcı noktalarından biridir. Çünkü aşkın, ölümle beraber toprağa gömülmediğini, boyutları bile aşan bir güç olduğunu gösterir.
3) Wildfell Hall’un Kiracısı – Anne Brontë

Anne Brontë, Charlotte ve Emily’ye kıyasla edebî açıdan daha geri planda kalmıştır. Oysa hayatı boyunca ele aldığı iki roman (Agnes Grey ve Wildfell Hall’un Kiracısı), bana kalırsa diğerlerinin yayımladığı kitaplardan daha radikal ve ilerici niteliktedir. Anne, Agnes Grey isimli kitabında kadınların iş hayatında karşılaştıkları problemleri açık bir dille ifade ederken; Wildfell Hall’un Kiracısı adlı eserinde, toplum normlarını yok sayarak istismardan kaçan bağımsız bir kadın figürü yaratır. Anne Brontë’nin İngiliz edebiyatına katkısını daha belirgin kılmak için, beni hem hikâyesiyle hem de edebî tarzıyla çok etkileyen Wildfell Hall’un Kiracısı’nı daha yakından incelemek isterim. Bu kitap, çoğu eleştirmen tarafından ilk feminist eserlerden biri olarak kabul edilir. Kadın deneyiminin merkeze alınması, kitabı dönemindeki diğer eserlerden ayırır. Bu roman, İngiliz edebiyatına hem feminist hem de yenilikçi bir bakış açısı sunar. Dolayısıyla ilk kez yayımlandığında, tıpkı Uğultulu Tepeler gibi hem çok satılır hem de ahlak dışı bulunur. Çünkü o dönemlerde kadınların kocalarına bağlı yaşamaları yaygın bir normdur. Ancak kitap, hakkını savunan bir kadın karakter yaratarak bu görüşü yerle bir eder. Toplumda bile böyle bir durum kabul edilemezken, bunu edebiyata taşımak hem sarsıcı hem de yenilikçi bir harekettir. Kitap bütün anlatısını realist bir dille gerçekleştirir. Karakterin içinde bulunduğu mutsuz evlilik romantize edilmez; en kötü yönleriyle gözler önüne serilir. Eserde toplumsal gerçeklerin açıkça anlatılması ve karakterlerin psikolojik derinliklerine önem verilmesi, İngiliz edebiyatında yeni bir kapı açar.
Kitaptaki hikâye örgüsü, iki karakterin günlüklerinde yazılanlardan oluşmaktadır. İlk olarak, çiftçilikle uğraşan Gilbert Markham‘ın gözünden öyküye şahit oluruz. Gilbert, kasabaya yeni taşınan komşuları hakkında yazmaya başlar. Helen Graham isimli kadın ve erkek çocuğu (Arthur), kasabanın dış kesiminde kalan, biraz da tekinsiz görünüme sahip olan Wildfell Hall malikanesine yerleşir. Helen’in ketum yapısı ve tek çocuğuyla beraber yaşaması birtakım söylentilere yol açar. Kasaba sakinleri, onun mesafeli tavırlarından hoşlanmaz ve onun geçmişi hakkında çeşitli varsayımlarda bulunurlar. Bütün bunlara rağmen, Gilbert Helen’a karşı hisler beslemeye başlar. Gilbert ve Helen tanışırlar ve zamanla yakınlaşırlar. Böylece Helen ve oğlu hakkında yeni bilgiler aktarılır. Helen, geçim kaynağını resimlerinden sağlayan bir kadındır ve oğlu Arthur ile aralarındaki bağ çok kuvvetlidir. Helen, oğlunu sıkı bir şekilde yetiştirir, kötü alışkanlara düşmemesi için büyük emek sarf eder. Gilbert, Helen’in neden bu kadar korumacı bir anne olduğunu merak eder, onu daha yakından tanımak için uğraşır. Ancak Helen mesafesini korumaya devam eder. Lakin bu gizemli kişilik hep böyle kalmaz; kitabın bir bölümünde Helen, Gilbert’in ısrarı sonucu geçmişini açıklamaya karar verir.
Romanın buradan sonrası, Helen’in günlüğünden oluşur. Helen gençken, Arthur Huntingdon adında yakışıklı ancak ihmalkâr bir adamla tanışır ve evlenirler. Evliliğin ilk seneleri keyifli geçer; fakat zamanla Arthur katlanılamaz bir insana dönüşür. Kendini içkiye verir ve Helen’e kaba davranır. Hatta bununla kalmaz, oğulları Arthur’u kendi kötü alışkanlıklarına dahil etmeye çalışır. Bu ana kadar Helen, bir şekilde kocasına katlanmayı başarır. Ancak söz konusu oğlu olduğunda harekete geçmeye karar verir. Helen cesaretini toplar ve oğluyla beraber evden kaçar. Bu kaçış, 19. yüzyıl İngiltere’sinde gerçekleştirmek için oldukça radikal bir eylemdir. Helen’in başından geçenlere şahit olan Gilbert, onun özgür ruhuna hayran kalır ve hisleri daha da yoğunlaşır. Beraber olmaları için önlerindeki tek engel Arthur Huntingdon’dur, çünkü yasal olarak Helen konusunda hâlâ söz hakkına sahiptir. Hikâyenin sonunda Arthur’un vefatıyla mutlu bir sona varılır; Helen ve Gilbert evlenir.
Brontë Devrimi

Sonuç olarak baktığımızda, Brontë kardeşler İngiliz edebiyatının bile dışına çıkıp dünya edebiyatına büyük katkıda bulunmuşlardır. Güçlü kadın karakterleri romanlarının ana merkezine koymaları, edebiyatta cinsiyet kavramını yeniden şekillendirmiştir. Dönemin diğer eserlerinde erkek karakterlerin deneyimine önem verilirken kadınların yalnızca yardımcı karakter olarak karşımıza çıkması, edebiyattaki en bariz cinsiyet ayrımıdır. Ancak Brontë’ler, kadının “ikinci cinsiyet” olmasını reddetmiş, kadınları tıpkı erkekler gibi hislere ve düşüncelere sahip bireyler olarak anlatmışlardır. Bunun dışında kahramanların duygu durumları ve iç dünyaları apaçık gözler önüne serilmiştir. Bu yaklaşım, karakterlerin psikolojik derinliğine verilen önemi artırmış ve Viktoryen edebiyatını etkilemiştir.
Romanlarında işledikleri aşk, aile ve evlilik gibi konuları romantizmin dışına çıkarak farklı bir perspektiften anlatmışlardır. Böylece İngiliz edebiyatında ele alınan konular çeşitlenmiştir. Fikrimce yarattıkları en büyük yenilik de budur. Sınıf farkları ve cinsiyet eşitsizliği gibi konuları saf gerçeklikleriyle anlatmaları, hem edebiyatta hem de gerçek hayatta bir devrimin başlangıcı olmuştur. Onların eserleri sayesinde edebiyatta kadınlara ses verilmiş ve deneyimleri anlatılmaya başlanmıştır. Edebiyatın dünyayı değiştirdiğinin en net örneklerinden biri de budur. Çünkü bu üç kardeşin romanları, önce ses getirmiş, sonra toplumda silinmez bir iz bırakmıştır. Bu iz, hâlâ günümüzdeki feminist yazarlar tarafından korunmakta ve bir miras gibi saklanmaktadır.
Kaynakça:
“Guide to the Brontës: Their Lives and Novels”. Tea and Ink Society. Web. 16.08.2025
“The lives of the Brontës”. Brontë Parsonage Museum. Web. 16.08.2025
“The Brontë Sisters and the Importance of Women’s Education in the Nineteenth Century”. Retrospect Journal. Web. 16.08.2025
Mammadova, Narmin. (2024). “The Brontë Sisters and the Critical Realism of English Literature”. Acta Globalis Humanitatis et Linguarum. 1. 74-81. Web. 18.08.2025
“Anne Brontë: The Forgotten Sister Who Made a Mark on Victorian Literature”. HistoryHit. Web. 21.08.2025
“Jane Eyre”. Britannica. Web. 21.08.2025
Abrams, M.H. A Glossary of Literary Terms. 2005. Web. 21.08.2025
“Wuthering Heights”. Britannica. Web. 21.08.2025
Bronte, Emily. Uğultulu Tepeler. Çev. Handan Ünlü Haktanır. Koridor Yayınları, 2016.
Anne, Brontë. Wildfell Hall’un Kiracısı. Çev. Rana Tekcan. Can Yayınları, 2023.