Bir Dinozorun Anıları, Mina Urgan‘ın ölmeden üç yıl önce kaleme aldığı, hayatını ve anılarını anlattığı eseridir. Yazar, kendisini ve hatıralarını ölümsüzleştirme isteğini okuyucularla buluşturarak yaşantısından kesitler sunuyor bizlere.
Büyük yaratıcılar, her zaman yaşayacakları, hiçbir zaman unutulmayacakları için, anılarını yazsalar da olur, yazmasalar da. Oysa benim gibi bir öğretmeni, öğrencilerinden, ailesinden, yakın dostlarından başka kim anımsayacaktır? Onlar da öldükten sonra, o öğretmen tümüyle yok olacaktır karanlık boşluklarda.”
Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı’nın duayeni, Thomas Malory, Henry Fielding, Balzac, Aldous Huxley, Graham Greene, William Golding, John Galsworthy ve Shakespeare’den çeviriler yapan, edebiyatımızın en değerli yazarlarından. “Belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için, herkesin anılarını yazmasını yararlı buluyorum.” diyen Mina Urgan, 82 yaşında yazmaya başlamış anılarını. Kitabı yayımlandıktan sonra bu kadar fazla baskı yapıp satılmasına şaşırmış kendisi. “Bir ihtiyarın anılarını kim okur ki?” diye düşünen yazarımızın kitabı tamı tamına 103 baskı yapmış şimdiye dek. Kendi anılarını anlatmakla beraber Türkiye’nin değişen ortamını, hepimizin ismini bir kez olsun duyduğu yazarlar ve şairlerle yaşadıklarını, İstanbul’un portresini kelimelerle resmetmiş adeta Mina Urgan.
Bir Dinozorun Anlatmak İstedikleri
Mina Urgan, eserini beş farklı bölüme ayırarak gençliğinden yaşlılığına kadar olan dönemleri ayrıntılı biçimde aktarmıştır. İlk bölümde hepimizin alışık olduğunun aksine yaşlılığın dezavantajlarından değil avantajlarından bahsetmiştir. Gençliğin bir mutluluk, yaşlılığın ise mutsuzluk olduğu klişesini yıkmak ister yazar. Kendini sağlıklı ve dinç bir ihtiyar olarak tanımlar. Hastalıklarından şikayet eden ihtiyarlardan olmadığını sürekli vurgulayan Mina Urgan, bunu kendine has ve eğlenceli bir üslupla dile getiriyor. Yaşlılığın biyolojik bir son olmadığını, hatıraların bir eğlenceye dönüşebildiğini en iyi biçimde aktarır okuyuculara. Kendisinin de sürekli söylediği gibi daldan dala atlar bu anıları anlatırken.
“İlk sevgilim çikolata kokardı.
Son sevgilim ölüm.”
Sadece kendisini değil arkadaşlarını da anlatan yazar, onları överken bir yandan da tatlı tatlı eleştirmeyi ihtimal etmez. Örneğin, Necip Fazıl hovardalık yıllarında herhangi bir çekincesi olmayan ve gösteriş sevdalısıdır ona kalırsa. Yahya Kemal’in tavırlarından da hoşlanmaz, yemek yerken ne kadar kaba olduğundan, tembelliğinden ve asalaklığından söz eder. Ahmet Haşim’i ise çok beğendiğinden, beyefendiliğini ve gururlu duruşundan, Halide Edip’in güçlü bir kadın olmasından ancak İngiliz Edebiyatı hakkında bilgi sahibi olmamasından, Abidin Dino’nun her alandan uzman olmasından ve genel kültürünün çok yüksek olmasından, Neyzen Tevfik’le ettiği sohbetlerden, Cahit Sıtkı Tarancı’nın iyi yürekli ve sevgi dolu oluşundan, Orhan Veli’nin ellerinden ve bacaklarının uzunluğundan dolayı iskemleye rahatça oturamadığından bahseder. Adını duyduğumuz ve aşina olduğumuz çoğu sanatçıyla ufak ufak anıları var Mina Urgan’ın. Bunları bazen esprili bir dille bazense ciddi bir şekilde anlatıyor.

Öğretmenliğin verdiği tecrübeyle olaylara ve kişilere yaklaşımının çoğu kez “bir öğretmen gibi” olduğunu vurgulasa da hatıralarını anlatırken kullandığı dil didaktik değildir. Kitabı okurken kronolojik sırayla yazılmış bir biyografı okuyor gibi değil de sanki bir “dinozorla” sohbet ediyormuşuz hissine kapılıyoruz ve kitap, okuyanları adeta içine çekiyor.
Yazarın ihtiyarlık döneminde olduğu gibi çocukluk ve gençlik dönemlerinde de komplekssiz ve kendiyle barışık bir insan olduğunu görüyoruz. Hatta çocukluk dönemini “erkek çocuk dönemi” olarak ayırıyor yazar. Erkek çocuk döneminde kısacık saçlarıyla ve sürekli erkek pantolonları giymesiyle toplumun kafasındaki klişeleşmiş kız çocuğu portresini yıkıyor. Bir süre sonra bu dönemi acayiplik dönemi olarak adlandırsa da herkes gibi akıllı uslu olmak için çok büyük bir çaba sarf etmiştir. Babasını çok küçük yaşta kaybettiğini anlatan Mina Urgan, üvey babası Falih Rıfkı Atay’ı oldukça sevmiştir. Annesiyle ise inişli çıkışı bir ilişkisinin var olduğunu anlıyoruz anılarından.
Çoğu tanınmış isimle anısı olan Mina Urgan’ın okuyucuları en fazla etkileyecek kısmıysa Mustafa Kemal Atatürk’le yaşadıklarıdır. 11 yaşındayken Mustafa Kemal’le dans etmiş, onu görme şansına erişmiş, sohbet etmiş, onun elinden ilk içkisini içmiştir. Annesi Şefika Hanım’ın da Atatürk’le olan hatıralarını okuyunca insan yer yer gülümseyip yer yer hüzünleniyor. Kendisinin neden koyu bir Kemalist olduğunu, Atatürk’ün onun için ne ifade ettiğini ve onun devrimlerinin öneminden bahseder. Ayrıca karizma kelimesini de sık sık Atatürk’le bağdaştırır ve ona olan hayranlığını bir kez daha gözler önüne serer.

“Eğitim görmüş, seksenini geçmiş bir kadının bu memlekette Kemalizme inanmaması tamamiyle anormal olurdu. O sırada küçüktüm ama, tramvaylarda erkeklerin oturdukları bölümü kadınların oturdukları bölümden ayıran perdeyi çok iyi anımsıyorum. Mustafa Kemal, o perdeyi de, kadınları toplum yaşamından dışlayan karanlık köşelere kapatan bütün perdeleri de yırttı o güzel elleriyle.”
Varlıklı bir aileden gelmesinin avantajlarını da yaşamış, parasızlık çekip dibi de görmüştür. Bu yüzden kendini hiçbir zaman gösterişli olarak tanımladığı o tayfadan görmez. Aksine gösterişten nefret etmiş ve daha sade yaşamayı kendine amaç edinmiştir. Bu özelliği sayesinde kimseye üstten bakmayan Mina Urgan, kitapta çevresindeki insanları eleştirdiği gibi kendisini de eleştirmeyi -en acımasız biçimde- ihmal etmemiştir. Arkadaşlarının aksine hiç hapse girmediği için içten içte suçluluk duyar ve eylem içermeyen devrimci yönünü düşünür. Önceki bölümlerde çoğu zaman esprili üslubuyla anlattığı hayatını son bölümde siyasete ayırır ve okuyucuyu bir hayli şaşırtır. Üç darbe görmüş, gençlerin sokakta öldürüldüğüne ve üniversite baskınlarına şahit olmuş, bir süre akademisyenlikten uzaklaştırılmış birinin hayatını başka yönde şekillendirmesi gerektiğini anlatmıştır. Kendisini daha fazla eleştirdiği son bölüm diğer bölümlere kıyasla bir hayli acımasızdır. Hafif tatlı bir yazım şekli kullanan Mina Urgan son bölümde bundan uzaklaşmıştır. Daha ciddi ve sert bir bölümdür. Okuyucuyu hüzünlendiren, dönemin siyasi karmaşasına ışık tutan beşinci bölüm oldukça titiz bir şekilde yazılmıştır.
Her şeye rağmen hayatı dolu dolu ve severek yaşamıştır. Şair olmak istemiş ancak başarısızlığının farkına varınca edebiyat öğretmeni olarak kalmaya devam etmiştir. Başarısız olduğunu düşünmesinin aksine büyük bir cesaretle şiirlerini Bir Dinozorun Anıları kitabında yayımlamış, anılarına bir renk daha katmıştır.
“Tek ölümsüzler sanatçılardır, şairlerdir, yazarlardır, düşünürlerdir. Şimdi ünlü olmasalar bile, ileride değerleri anlaşılacaktır. Çamurlu bir su birikintisine, bembeyaz, ışıl ışıl ışıldayan çok güzel bir çakıltaşı atmışlardır onlar. Çamurlu su bir gün çekilecek, o güzel çakıltaşı gün ışığına çıkacaktır.”
Kendisine neden dinozor lakabı taktığını merak eden okuyucuları için dinozor olmanın gurur verici bir şey olduğunu ifade eder Mina Urgan. Yaşadığı dönem adaletsizliği, ve çirkinliği yücelterek, tüm insani değerleri ayaklar altına alır. Dinozor ise yazar için nesli tükenmiş bir hayvan değil, direnişin, cesaretin ve kaybolmuş insani değerleri taşıyan bir simgedir. “Bir dinozorun anlatmak istediği daha başka şeyler de var. Ömrü vefa ederse, fazla uzun yaşamanın ayıbına katlanabilirse, bakarsınız onları da yazar günün birinde. Yani bu son söz, bir son söz değildir belki de.” diyerek noktalar anılarını Urgan.
Urgan, Mina. Bir Dinozorun Anıları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları: 2023