9 Ekim’de gerçekleştirdiği galasından sonra 13 Ekim’de izleyiciyle buluşan, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk‘ün annesi Zübeyde Hanım‘ın hayatına bir bakış sunan Zübeyde, Analar ve Oğullar filmini, filmin nasıl ortaya çıktığını, senaryo ve çekim aşamaları ve daha fazlasını filmin yönetmeni Cenk Yaz‘a sorduk.
Filmin incelemesini okumak için buradaki linki ziyaret edebilirsiniz.
Ö: Zübeyde, Analar ve Oğullar ilk sinema işiniz. Filmi izlemek isteyenler bu filmden ve sizin sinemanızdan ne beklemeli?
Cenk Yaz: Aslında yeni jenerasyon yönetmenin olaylara nasıl baktığını görecekler filmde, biraz daha farklı bir bakış açısına ulaştığımızı düşünüyorum. Geri dönüşlerden de bu anlaşılıyor. Buradan sonra bu yolda devam etmeye çalışıyoruz aslında, sinema biraz yapa yapa, farklı farklı alanlarına gire gire elde ettiğimiz bir tecrübeler bütünü ve tek başına yaptığınız bir sanat dalı da değil. Benim ekibim 108 kişiden oluşuyor ve sinema size bağlı olmayan taraflarını da yönetmek zorunda olduğunuz bir alan. “Zübeyde” biraz daha farklı oldu, ben senaryo aşamasında çok işin içerisindeydim. Senaristimiz benim için çok özel bir insan, olaylara bakışımız biraz benzer yanlar içeriyor. Genel olarak, insanların filmi tek tek sahnelere bakarak ya da sadece etkilendikleri, kötü buldukları sahnelerle değerlendirmelerini değil, filmin bütününe bakarak yorum yapmasını isterim. Dediğim gibi, filmimizin farklı bir bakış açısı getirdiğini düşünüyorum, umarım insanlar da bunu fark edebilirler.
Ö: Film Cumhuriyetimizin 100. Yılında vizyona giriyor ve Cumhuriyetin yegane kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün vatan adına vermiş olduğu kurtuluş savaşını bu sefer annesi Zübeyde Hanım’ın gözünden izleyeceğiz. Türk Milleti adına manevi anlamı bu denli büyük olan konuyu sinemaya aktarma aşamasında siz neler hissettiniz?
Cenk Yaz: Senaryoyu hazırlarken çok duygulandık ama bir süre sonra duygularınızı bir kenara bırakarak yapmaya karar verdiğiniz şeyi eksiksiz çıkartmaya çalışıyorsunuz. Evet, film Cumhuriyetin 100. yılında vizyona giriyor ve bu ülkenin bir grup insanı Cumhuriyete düşman, bu bilerek yapılıyor bilinçli olarak yapılıyor. Ancak 100. yılını görmüş, o tarihlerde kurulmuş bize benzeyen herhangi bir devlet yok, bu kuruluşların tamamı bundan bir 30 – 40 yıl önce zaten yok oldu gitti. Mustafa Kemal’in de dediği gibi, onun naçiz vücudu toprak oldu ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak. Çünkü Cumhuriyetin oturttuğu temeller, kendinden ya da insani herhangi figürlerden uzak, tamamen toplum bilincine yönelik atılmış adımlar.
Türkiye’nin olduğu coğrafyaya baktığımızda her şey ortada aslında, ne yaptığı, hangi çizgiyi çektiği, bu çizgiyi hangi kalınlıkta çekti çok belli. Biz tabi, 1934 öncesi Mustafa Kemal’den bahsediyoruz filmde. Benim üzerine gitmeye çalıştığım şey de “Mustafa Kemal kim?” ve ben bu sorunun cevabını doğru verdiğimizi düşünüyorum. İnsan olan, üzülen, ağlayan, sinirlenen, öfkelenen ama ne olursa olsun vatanı için kendisinden vazgeçmiş bir Mustafa Kemal var karşımda. Onun benim için çok önemli olan ruhuna bir saygı gösterisi oldu film.
Ö: Filmi kurgulamak bir yana seyirciye aktarırken en büyük yapı taşlarından biri oyunculuklar. Filmin oyuncularını belirlerken nasıl bir süreç izlediniz? Oyuncularını gördüğünüzde “Evet bu Zübeyde” ya da “Evet bu Mustafa Kemal” dediğiniz o an, yani bizlerin halk arasında dediği gibi o her şeyin yerine oturduğu “click” sesini hangi anda duydunuz?
Cenk Yaz: Aslında başlangıçta böyle değildi castımız, Aslıhan (Aslıhan Güner) bir süre sonra dahil oldu ve bizim aslında yaşlılığını başka bir oyuncuya, gençliğini başka bir oyuncuya oynatmak gibi bir fikrimiz vardı. Ama Aslıhan’la ilk yaptığımız toplantıdan sonraki aşamada bir nevi inisiyatif kullanıldı. Doğru bir karar verdiğimizi sette gördük. İnanılmaz disiplinli, işine aşık bir insan, senaryonun ve Zübeyde Hanım’ın hayatının hakkını tüm kalbini koyarak verdiğini düşünüyorum, yönetmeni olarak da birlikte çalışmaktan gerçekten mutluluk duyuyorum.
Keza Alican (Alican Yücesoy) da aynı ölçüde benim için çok değerli. Yan karakterlerim de öyle, yani filmin içerisine girip çıkan anlık da olsa girip çıkan -ki senaryo yüzünden aslında bir parçada böyle olmak zorunda- herkes çok değerli. Biz Zübeyde Hanım’ı 21-22 yaşlarında aldık, 66 yaşına, vefat ettiği zamana kadarki olan bloğun tamamını işlemeye kalktık. Tamamı totalde 44 yıl yapar ve 44 yılı 2 saatlik bir sinema filmine giydirmek biraz zor süreç. Çok şeyden vazgeçtik çok fazla şeyi görebilmek adına, bu da yer yer kopukluklara sebep olmuş olabilir zaman atlamalarına sebep olduğu için. Fakat duyguda bir kopmaya izin vermedik. Oyuncularla birlikte verdiğimiz asıl savaş duygudan kopmamak üstüneydi. Ve bunda başarılı olduk ki oyunculuklar hakkındaki geri dönüşler bizi çok mutlu etti.
Ö: İlkler he zaman özeldir derler. İlk filminiz olan Zübeyde, Analar ve Oğullar size neler öğretti, ne gibi tecrübeler kattı? Son set günü bitip eve döndüğünüzde hangi duygular içerisindeydiniz?
Cenk Yaz: Tabi özel olarak başka duygular da yaşıyorum, daha çok küçük bir oğlum var, 4 yaşında. Aramızdaki ilişki tam olarak baba-oğul ilişkisi gibi değil de daha çok tamamlayıcı bir ilişki. Bir buçuk aylık bir ayrılık yaşadık set süreci boyunca, sadece 2 kere görebildim, o çok zorladı beni. Ama evet, ilk filmim ve çok gurur duyuyorum yapığım işle. Benim için çok özel, belki de dünyadaki en özel insanlardan birinin hayatına dokunduğum bir iş bu. Ben doğru olanı yaptığımı düşünüyorum, hepimize çok şey öğretti bütün süreç, toplam 11 ay süren bir çalışma gerçekleştirdik. 11 ay boyunca başka hiçbir şeyle ilgilenemedim, buna oğlum da dahil. Dolayısıyla onun hayatından çok şey aldım, umarım büyüdüğünde neden bunu yaptığımı kendisi de görür ve bu onun için özür mahiyetinde olabilir.
Biz bütün bir ekip halinde bir aydan fazlaya yakın bir süre Bergama’da yaşadık. Bergama küçük bir yer. Ben Bergama’dan hiç çıkmadım bu süreçte. İstanbul’a hiç gitmedim. Genel olarak gördüğüm hal, bütün bir ekip halinde çok inandı insanlar, yazdığımız senaryoya karşı bir inanç vardı. Çok aksilikle de karşılaştık ama hakkını verdiğimizi düşünüyorum ve bu aksiliklerin hepsi bize tecrübe olarak geri döndü, çok çok büyük bir tecrübe edindiğimi düşünüyorum.
Ö: Bir fikri kafanızda hayal etmek, senaryoya dökmek ve sonunda yapımına başlamak çok ayrı bir serüven. Bazen kafamızda canlandırdığımız şeyleri istediğimiz gibi yapamadığımız da oluyor. Sorumuzsa şu: Zübeyde, Analar ve Oğullar filminin senaryosunda “ekranda görmeye sabırsızlanıyorum” dediğiniz bir sahne var mı? Varsa hangisi?
Cenk Yaz: Aslında ekranda görmeye sabırsızlanıyorum dediğim birden fazla sahne var ve bunların hemen hemen tamamına yakınını çektim ve perdeye aktardım. Genel itibariyle Mustafa Kemal’in, çocukluktan gençliğe geçiş döneminde yaşanmaya başlıyor her şey filmde. Çünkü kendi gözleriyle gördüğü, onlarla birlikte büyüdüğü abilerini yaklaşık 5 yaşlarındayken kaybediyor. Daha sonra büyüdüğünde 17-18 yaşlarına geldiğinde küçük Naciye’yi kaybediyor, arada babasını kaybediyor. Üvey babası oluyor ve kabulleniş süreci çok uzun sürüyor. Bütün bunların yanında geliştirdiği çok önemli bir vatan sevgisi ve asla kopmadığı vatanı bir arada tutma çabası var. Benim için en dikkat çekici dönemleri o dönemler. Sonraki hayatında yaptıklarına nasıl karar verdi ve bu yolda hangi zorluklarla karşılaştı meselesi.
Ö: O halde gelelim filmin son haline. Yalnızca filmin yönetmeni, senaristi veya oyuncusu olarak değil bir izleyici gözüyle filmin son halini izlediğinizde neler hissettiniz?
Cenk Yaz: Bu benim gibi yönetmenlik yapan insanlar için çok geçerli değil çünkü işin tamamına, attığınız sahneler-geri aldığınız sahneler, oturup makineyi kullanarak her şeyi birebir kendiniz yapınca biraz daha farklı oluyor. Tabii ki perdede izlemek başka bir keyif, başka bir deneyim. Ama açıkçası aklım hala yapamadığım ve giremediğim alanlarında kalıyor çünkü benim zihnim biraz öyle çalışıyor. Hani keşke Trablusgarp ya da Derne’deki Mustafa Kemal’i görebilseydim. Ama tabi filmin ismi Zübeyde, Analar ve Oğullar. Ve biz Mustafa Kemal’i annesinin yörüngesindeyken başlıyoruz anlatmaya, aslında filmin içerisinde Mustafa Kemal doğuyor, büyüyor, asker olmaya karar veriyor ve biz Zübeyde Hanım’ın hikayesini izlerken paralelde de Mustafa Kemal’i görüyoruz.
Açıkçası istediğim nedir derseniz Zübeyde Hanım’la ilgili bir film çekerken Mustafa Kemal’in yalnızlığına daha fazla yer vermek isterdim ancak senaryo ve süre buna çok izin vermeyebiliyor. İnsanlar daha fazla olay görmek istiyor film içinde, bazı şeylerden feragat etmek durumunda kalıyorsunuz. Yine de benim aklım hala yapamadıklarımda gibi bir durum söz konusu.
Ö: Sizi sinema okumaya, film yapmaya veya yazmaya iten sebep neydi? İlhamınızı neyden alıyorsunuz? Zübeyde filmi dahilinde de olmak üzere açıklar mısınız?
Cenk Yaz: Zübeyde dahilinde anlatabilmek için önce onun nerede doğduğuna, nerede büyüdüğüne, en büyük kararını ne zaman aldığına/alacağına, ailesinin ne zaman göçe başladığına değinmek gerekiyor. Bu konuda fazla bilgi yok, farklı kaynaklardan edinebiliyoruz ancak. Direkt olarak Zübeyde Hanım’ı anlatan bir kaynak yok ortada. Mesela, film Tahtacı Obasında açılıyor ve beni asıl konuya iten şey aslında oba hayatının içerisindeki Zübeyde Hanım. Mustafa Kemal’in babasının memuriyeti yüzünden oralarda. O dönemde birtakım çeteler dolayısıyla bir tür güvenlik önlemi olarak, obaları denetlemek için orada görevlendiriliyor.
Görev yeri de Tahtacı Obası ve biz filmi orada açtık ama filmi açar açmaz da Selanik’e götürmek durumundaydık. Bu sırada Zübeyde Hanım’ın yaşadığı süreçler çok farklı, bazı kaynaklarda şöyle geçiyor mesela, bir yaşında ölen kızı Fatma’nın daha sonra mezarının vahşi hayvanlar tarafından açıldığını görüyor, bu onda çok büyük bir travmaya sebep oluyor. İlerleyen zamanlarda bütün çocuklarına olan hassasiyeti aslında bir parça ilk gençlik dönemlerinde gelişiyor. E, tabi kendini toparlamak da zorunda, çocukların büyüyor ve artık okula gitmeleri gerekiyor, bu sebeple de Selanik’e göç ediyorlar. Sonra da buraya kadar, İstanbul’a kadar, göç ede ede gelmek zorunda kaldığı bir hayat, bir yaşam döngüsü Zübeyde Hanım’ınki.
O dönemde Balkan Savaşları var, dolayısıyla sürekli çatışmayla geçen bir gençlik yaşıyor ve Selanik’e geldikten sonra da bitmiyor. Selanik’te daha büyük kaotik bir ortam var, çünkü yaşayan Müslüman nüfus oranı %15 civarı falan. Aslında daha çok Yahudi-Musevilerin yaşadığı bir alan. Zaten Osmanlı İmparatorluğu’nun gücü zayıflar zayıflamaz ciddi ölüm tehditleriyle karşılaşıyorlar ve göç etmek zorunda kalıyorlar. Sonrasında aynı döngüyü İstanbul’dayken yaşamaya başlıyor. İstanbul’da yaşadığı travmalarından biri evinin 2-3 defa basılması, yanında Maklube’nin hırpalanması, sürekli tehditler alması. Ayrıca seçtiğiniz mekan için çok mutlu oldum çünkü hemen şurası (Atatürk’ün Akaretler’deki evi). Akaretler’deki eve yerleştiriyor Mustafa Kemal annesini ve buradan 3 yıl sonra alabiliyor ancak. Ve ben Zübeyde’yi çekerken kendi annemi düşündüm aslında. Benim annem olsa ne hissederdim, benim annem olsa ne yapardım gibi.
Ö: Benimseyerek, içselleştirerek bu süreci geçirmişsiniz aslında o zaman.
Cenk Yaz: Aslında dediğim gibi gençlik dönemlerimden beri çok araştırdım bu konuyu. Mustafa Kemal büyüdükten sonra, Çanakkale’ye komutan olarak getirildiği sırada aslında halk arasında tanınan bir konumda. Üst rütbeler, alt rütbeler tarafından çok sevilen ama aynı zamanda dışlanan da biri. Çünkü hep bir ideal üzerinden devam ediyor, gittiği bütün cephelere sürgün edilerek gönderiliyor, sürgün edildiği cepheden rütbe alarak geri geliyor. Bu onu tek başına çok özel biri haline getiriyor. Sonrasında kazandığı başarılar Zübeyde Hanım için sadece gurur meselesi aslında.
Ö: Peki sizi genel anlamda sinemaya iten neydi?
Cenk Yaz: Fakir Baykurt’un Onuncu Köy romanı. Lise çağlarındaydım okuduğumda ve açıkçası ben Baykurt’un o anlatım dilinin insanlara perde aracılığıyla verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Film çekilecekse eğer bu tür şeylerin çekilmesini istiyorum. Gerçeklikten kopmadan. Tabi ki “kurmaca film” biraz eğlenceli ama bir de filmlerin tarihe not düşürme özelliği var, asıl bu özelliğinin kullanılması gerekiyor bence. Onuncu Köy gibi okuduğum, gerçekliğe yakın kitap ve romanlar da var. Çocukluktan beri kitap okumaya çok meraklı bir insanım. Zamanla okuduğum her şeyi zihnimde canlandırmaya başladım ve sinemaya da böyle başladı ilgim. Okulunu okumadan olmaz diyerek Eskişehir’de beş yıl okudum. Orada çok şey öğrendim ve sonrasında piyasaya atıldım. Dediğim gibi, irili ufaklı bir sürü projede yer aldım ama hep kurgu tarafında devam ettim. Zübeyde de ilk uzun metrajlı film deneyimim oldu.
Ö: Peki, bir sinefile sormadan olmaz. Sizin favori filminiz ne?
Cenk Yaz: O kadar çok ki. İnsanların beğenip beğenmediği, klasikten giden gitmeyen… Ben çok fazla film seçen biri değilim açıkçası. Bir film eğer ilk dakikalarında size bir şeyler veriyorsa zaten dönmeye başlıyor. Şimdiye kadar hiçbir filmi yarıda bırakmadım, hep bitirdim. Çok kötü bir yapım ya da içerik de olsa eğer başladıysam finalini mutlaka gördüm. Tabi bize bu işin eğitimi verilirken iyi kötü ayrımı söz konusu değil, teknik olarak öyle bir ayrıma gidemiyorsunuz. Biz Yatık Emine serisini de o minvaldeki filmlerin de tamamını izlemek zorunda kaldık. Yeni dönem filmleri de izlemek, eleştiri ve analizlerini çıkartmak gerekiyor. Benim bakış açımda bu ikisi birbirinden kopuk olarak değerlendirilebilecek bir alan değil. İsim vermek yanlış olur ama gerçekliğe dokunmaya çalışan tarihi filmlere daha yakınım. Yeni dönem filmlerde de öyle, gerçek bir olaydan yola çıkıldıysa her zaman daha fazla dikkatimi çekiyor.
E: Son olarak, filmini çekmek istediğiniz bir kitap var mı?
Cenk Yaz: Hakan Günday’ın kitapları çok yatkın sinemaya. Hikayesi film yapılmayı da hak ediyor. Bütün romanlarını okudum, çok da severim. Roman yazarı olarak dikkatimi çeken şimdilik sadece Hakan Günday oldu.
Bu keyifli röportaj için yönetmen Cenk Yaz’a tekrar çokça teşekkür ediyoruz. İletişim ekibimizden röportajı gerçekleştiren Özge Bayraktar ve yazarımız Eda Günay’ın, soruları hazırlayan sinema ekibimizin ve içeriğin yazılmasında emeği geçen Sosyal Medya Koordinatörümüz Esra Şahin’in de emeklerine sağlık diyoruz.