Bekle Beni: Zülfü Livaneli’den Bir Aşk ve Direniş Hikâyesi

Editör:
Sinem Aykın
spot_img

Edebiyatımızın önemli kalemlerinden Zülfü Livaneli‘nin en yenisi Bekle Beni, 23 Eylül’de Can Yayınları etiketiyle yayımlandı. Bir aşkın ve direnişin hikâyesini anlatan Bekle Beni, Livaneli’nin öz yaşam öyküsü değil ancak onun ve ailesinin hayatından izler taşıyor. Fırtınada savrulan ve sarsılan bir ailenin hikâyesi. Zülfü Livaneli’nin “Yazmakta en çok zorlandığım kitap oldu,” şeklinde tanımladığı eseri, 1960-1970 yılının Türkiye’sinin siyasi bir perde arkasını sunuyor okurlarına.

(Bu yazı kitapla ilgili ipuçları içermektedir!)

Zülfü Livaneli’nin Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “Bekle Beni”nin dijital kampanyası | Instagram: aitistanbul, kerem.jpg

“…teslim olmuştu, bu teslimiyet bir yenilgi değil, bilakis varoluşsal bir zorunluluk, derin bir kabullenişti.” (s.13)

Bekle Beni, Leyla ile Selim‘in direniş ve bir o kadar da aşk dolu öyküsünü anlatıyor. Selim, Ankara’da lise koridorlarında gördüğü Leyla’ya ilk andan itibaren gönlünü kaptırıyor. Selim’in sözcüklerle tarif edemeyeceği, dilin aciz kaldığı bir aşk bu. Ne var ki, “Sözcüklerle tarif edemem,” dediği bu aşkına bir süre sonra açılmak için mektup yazıyor ve reddedilme korkusuna rağmen mektubu Leyla’ya ulaştırıyor. Leyla’nın adresine ulaşan bu ilk mektup aralarındaki sessiz aşkın tanığı olduğu gibi son mektup da olmuyor.

Aşk itirafının yazıldığı mektubun hemen ardından iki genç evlenmeye karar veriyor. Aileler ılımlı, herkes bu aşkı onaylıyor. Leyla ve Selim bundan sonra çok mutlu olacaklarına ve hiç ayrılmayacaklarına emin bir şekilde yuvalarını kuruyor ancak Selim’in askere gidip gelmesinden sonra olaylar iyice sarpa sarıyor. Türkiye, 60’ların sonu 70’lerin başında siyasi gerilimlerle çalkalanıyor. Bu çalkantıdan Selim de nasibini alıyor ve yazdıkların ötürü hakkında tutuklanma kararı veriliyor; Selim’in hapishane günleri en acı şekilde başlıyor. Selim’in askerlik ve hapishane dönemleri birbirine benziyor aslında. Askerlikte de birtakım varoluşsal sorgulamalar yaşayan Selim, hapishanede o dört duvar arasında da yine benliğini ve ruhunu sorguluyor. “Ben kimim? Kimliğim ne? Bu beden ve ruh bana mı ait? Kendimi ben mi tanımlıyorum yoksa insanların bana sunduğu sıfatlar dahilinde mi şekil alıyorum?” şeklinde iç hesaplaşmalara giriyor ve hatta bir süre sonra kendine bile yabancılaşıyor.

“Uzak tanıdıklarınızın yüzü net gelir gözünüzün önüne ama sevdiklerinizin yüzü bir türlü tamamlanamaz. Çünkü gülüşleri, kaş çatışları, yüz ifadeleriyle tanırsınız onları; tek bir sabit resim olarak değil, binlerce anının toplamı olarak.” (s.27) 

Hapishane kısımları kitabın neredeyse çoğunu kapsıyor. Bu kısımlarda genellikle Selim‘in düşüncelerini okuyoruz. Arada sırada ise Leyla‘nın yaşadığı zorlukları Leyla’nın defterinden okuyoruz. Bu iki aşık, birbirlerine mutsuzluklarını ve yaşadıkları sıkıntıları belli bile etmiyor. Mektuplar resmen bir bayram yeri, cıvıl cıvıl. Ama ikisinin sonradan birbirlerine vermek üzere doldurdukları defterler tüm gerçekleri gün yüzüne çıkarıyor. Leyla, bir suçlunun eşi olduğu için bakkalda, pazarda, sokakta yürürken türlü türlü bakışlara ve söylemlere maruz kalıyor ama çocuğu ve Selim için bunları sineye çekiyor. Selim de aynı şekilde hapishanenin soğuk, nemli ve kalabalık ortamında hayatta kalma mücadelesi veriyor ama bunların hiçbirinden mektupta bile bahsetmiyor. Bu mektupların bana göre en gerçekçi tarafı ise bazı kelimelerin sansürlenmiş olması. Türkiye’nin o dönem içerisinde bulunduğu siyasi ortamdan dolayı, siyasi tutukluların mektupları okunuyor ve sansürlenerek mahkûmlara ulaştırılıyor. Aslında hiçbir mahremiyet ve özel hayatın gizliliği yok. Her şey apaçık ortada ve hiçbir şeyi saklamak mümkün değil. Hapishanede tek sınır, mahkûmlar için örülmüş olan o dört duvar. Bunun dışında sınırsızlık buranın en iyi tanımı.

Selim, onları oraya hapseden Diktatör ile hayalinde sürekli bir kavga halinde. Korkunç karanlık bir ortam, her yerde saatler, eski güzel günleri hatırlatan, Selim’in kızı Zeynep’in kahkahasını anımsatan tik tak tik tak sesleri… Selim bu saat seslerinin içinde diktatöre hesap soruyor. O Diktatör’e hesap sordukça saatler çıldırmış gibi gürültülü sesler çıkarıyor. Diktatör bunların bir illüzyon olduğunu söylese de artık halkın zamanının geldiğini ve değişimin başlayacağını haykırıyor Selim. O saatler Selim’in hapishaneden kurtulma umudu, zamanın akışına kapılıp zor günlerin biteceğinin, güzel günlerin geleceğinin habercisi. Buradaki yüzleşme aslında en çok kimin kimden korktuğunu ayan beyan vuruyor yüzümüze: En tepedeki mi yoksa onun altında ezilenler mi?

“Zamanı durduramazsın. Ve halkın sesi, her zaman sana ulaşacak. Saatler farklı zamanları gösterse de hepsi aynı gerçeği fısıldıyor: Değişim geliyor.” (s.103)

Hapishane bölümünde Selim, işkenceden ve mahkûmiyetten kurtulmak için alerjisi olduğu bir hapı içiyor, ölüm riskine rağmen. Sorgu odasında ya da işkence sırasında öleceğine bir ilaçla ölmeyi tercih ediyor. Zülfü Livaneli tam da burada kendi gerçekliğini anlatıyor. Livaneli verdiği bir röportajda, “Ne yazık ki bu bizzat benim başımdan geçti. Çok ağır işkenceler vardı ve bundan kurtulabilmek için kendimi sakatlamayı, hatta ölümü göze aldım ama bu da başlı başına bir işkenceydi tabii,” şeklinde anlatıyor yaşadığı zorlukları. Bu noktadan sonra karakterle daha iyi empati kuruyor, yaşadıklarına farklı gözle bakmaya başlıyorsunuz.

Selim‘i hapishane günleri ardından yine zor günler bekliyor. Tekrar yakalanmamak için Stockholm’e kaçak bir şekilde giriyor, burada yine tutuklanıyor ve kimliği tanımlanana dek bir hücrede hapis hayatı yaşıyor. Adı soyadı sorulurken yine kendine yabancılaşıyor. Ne olduğunu, kim olduğunu, tüm benliğini ve bilincini yavaş yavaş yitiriyor. Sorgulamada kızı Zeynep ve Leyla‘nın ismini verdiği için vicdan azabı duyuyor. Hücre içerisinde gördüğü güvercinler ve beyaz ışık, vicdanının ve benlik yitiminin simgeleri adeta. Beyaz bir ışığa uzun süre bakınca gözlerimizi kamaştırması gibi Selim de hiçbir şey görmüyor; etrafına ve kendine iyice yabancılaşmış durumda. Ne kendini ne de önünde uzanıp giden hayatı görüyor. O an sadece içerisinde yaşadığı o küçük hücre ve kafasının üzerinde dönen güvercinler var. Ailesinin ismini verdiği için vicdanı rahat bırakmıyor onu. Kafasındaki sesler büyüyor, büyüyor, beyaz ışık gözlerini yakıyor, duvardaki lekeler şekil değiştiriyor, güvercinler Selim’e bir şeylerin hıncını alır gibi saldırıyor. Benliği, vücudunu terk ediyor sanki. O artık herkes veya hiç kimse. Bir adı, kimliği, sıfatı yok. Kendini soğuk metal kapının arkasında kaybolmuş gibi hissediyor. Ne yeri var ne de yurdu…

“O, kimliksiz bir Homo sapiens, adsız, geçmişsiz, geleceksiz bir varlıktı, bir numaraydı. ‘Ben’ kavramı üzerine onca yıl kafa yormuş, varoluşun ne anlama geldiğini anlamaya çalışmış, kendini bulmaya çabalamıştı; ama şimdi ‘ben’ yok olmuştu.” (s.174)

Zülfü Livaneli, Bekle Beni‘de ülkemizin kanayan yarası olan baskıyı ve sansürü, nefessizliği ilmek ilmek dokumuş sayfalara. Özgürlük yolunda verilen mücadeleleri, kaybolanları, savrulanları, o karanlık atmosferin rüzgarında parçalanan aileleri en açık biçimiyle anlatmış. Kendi yaşamından izler taşıması da olayları daha gerçekçi ve acı kılıyor ama keşke Leyla ve Selim‘in aşklarını daha derinlemesine okuyabilseydik ve güzel günlerine daha fazla şahit olabilseydik. Bunun yanında Selim’in Stockholm macerasını ve hapisten çıktıktan sonra İstanbul’da nasıl ve ne koşullarda saklandığını daha ayrıntılı okusaydık. Bu eksikliklerine rağmen kitap aktı gitti adeta. Kim bilir belki Leyla ve Selim’in hikâyesini başka bir kitapta okur ve güzel günlerine de şahitlik ederiz.

“Kendi ülkemde Selim olduğum için hapis yattım, burada da Selim olmadığım için mi hapis yatacağım?” (s.162)


Kaynakça:

  • Livaneli, Zülfü. Bekle Beni. İstanbul: Can Yayınları, Eylül 2025.
  • “Zülfü Livaneli yeni romanı Bekle Beni’de işkenceden kurtulmak için sakatlanmayı nasıl göze aldığını da anlattı.”. T24. Web. 30.09.2025
spot_img

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Frankenstein Canavarının 90 yıllık Evrimi: Sinemada 8 Farklı Görünüm

1931'deki hantal Karloff'tan 2025'in duygusal Jacob Elordi'sine... Frankenstein canavarının sinema tarihinde Gotik edebiyat mirasını nasıl dönüştürdüğünü keşfedin.

Müzik Festivallerinin Peşinde Avrupa Turu

Avrupa'nın önde gelen müzik festivalleri ile yaz boyunca geziyoruz.

S.D.B.D.A. Veyahut Yan Yana Film İncelemesi: Birlikteliğin Birleştirici Gücü

Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in başrolde olduğu Yan Yana, farklı dünyalardan gelen iki adamın mizah ve içtenlikle kurduğu dönüştürücü bağı etkileyici biçimde anlatıyor.

Boyarken Düşünmek: Sanatla Zihinsel Arınma

Modern çağın zihinsel gürültüsünü durdurmanın yollarından biri boyamaktır. Sanatla akışa girmek, kaygıyı azaltıp, derinlemesine odaklanma ile aracılığıyla zihinsel arınmayı mümkün kılar.

Dire Straits – Brothers In Arms: Bir Savaş Eleştirisi

Klavye ve gitarın ikonik ismi Dire Straits'in Brothers In Arms ile sunduğu savaş karşıtı bakış açısını inceledik!

Haunted Hotel Dizi Analizi: Ölüm ve Yaşam Arasında Alaycı Bir İşletme

Korku ile komedi türlerini harmanlayan Matt Roller, izleyicilere yepyeni bir fantastik evren sunuyor.

Frankenstein Filmine Referans Olan Tablolar

Frankenstein filmi yalnızca konusuyla değil, sanatsal yanıyla da bizlere çok şey anlatıyor.

TikTok’un Kütüphanesi: BookTok’ta Popüler Olan 10 Kitap

BookTok, kullanıcıların kısa videolarla paylaştığı bir dijital kitap topluluğu haline gelmiş ve bir kitabın popülerliğini hızla arttıran bir platform olmuştur.

Kayayı Delen İncir Aslında Ne Anlatıyor?

Kayayı Delen İncir, Turgut Uyar’ın 1982 yılında, ilk kez Karacan Yayınları tarafından yayımlanan ve aynı yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan şiir kitabıdır.

Julianus: Son Pagan Bizans İmparatoru

Roma'nın dinden dönen imparatoru Julianus’un Paganizmi canlandırma çabaları, askeri zaferleri ve tartışmalı politikalarıyla bıraktığı mirasın izini süren bir portre.