Canlının var olmasından bu yana, yaşam gibi ölüm de bir o kadar vardır. Yaşam ile ikisi iç içedir. Ölüm karşısındaki tavır gerçekten uzun zaman boyunca değişmeden kalmıştır. Ancak, içinde bulunulan zamanın ve çağın şartlarına, hayatın akışına göre bu algı belli bir süre sonra değişikliklere uğramıştır. Bu yazıda Philippe Aries’in Batılının Ölüm Karşısındaki Tavırları adlı kitabını irdelemeyi düşünüyorum.
Philippe Aries’in bu kitabı aslında ölümün sosyolojisi niteliğinde bir eser. Tavırları geçmişten bugüne değişen ölüm biçimlerini odağa yerleştirmesi bakımından sosyolojik bir niteliğe sahip. Kitap, evcilleştirilmiş ölüm, insanın kendi ölümü, senin ölümün ve yasaklanmış ölüm başlıklarından oluşuyor. Bölümlerin hepsinde, Batı’nın geçmişten başlayarak ölüm karşısındaki takındığı tavrın açıklamalarını görüyorsunuz. Çalışmanın asıl bağlamı ise yasaklanan ölüm başlığında yer alan modern toplumun ölümü hayatından çıkartmak için verdiği çabanın irdelenmesi denilebilir.
Kitabın bölümlerine kısaca değinecek olursak, ilk bölümünde, insanlar ölümleri karşısında haberli bir durumdadır. Yaklaşık bir yılı kapsar ve senkronik bir durumdur. İnsanlar ölümün geldiğini görmek ve ölümü bilmek için yalvarırlar. İnsanların ölecekleri zaman, adeta içlerine doğuyor. Ölüm onlar için çok basittir, yataklarında uzanarak ölümü beklerler. Ölüm, ölen kişi tarafından düzenlenen bir ayindir. Kişi bu ayine başkanlık eder. Bu aynı zamanda kamusal bir törendir. Yatak odasına herkes serbestçe girebilir, çocuklar bile bulunabilir. Ayinler basit ve sakin bir şekilde yapılırdı. Heyecana ve yüksek duygusal tepkilere yer verilmezdi. Bu durum günümüzde takındığımız tavırla oldukça zıttır. Ölümün adını bile anmaktan korkarız. Ölüm olgusu eskiden vahşi olmayıp doğanın ve yaşamın en temel kabullenmelerinden biriyken, şimdi ise oldukça vahşi algılanmaktadır.
Bu ölüm çeşidinde değinilecek bir başka detay da mezarlıklardır. Mezarlıklar, kentin dışımda kurulmuş olan halk mahallelerinde, canlıların arasına karışacak şekildedir. Mezarlık denilen yerlerde insanlar ev yapar, buluşmalar gerçekleştirir ve dans ederlerdi. Günümüzde de modern kentlerdeki yapıların çoğalmasıyla birlikte mezarlıklar şehrin dışında kurulmuş olmalarına rağmen, zorunluluktan dolayı şehrin içinde kalmış durumdadır. Bu duruma alışkanlık kazanılsa bile mezarlıklar ürkütücü özelliğini her zaman devam ettirmektedir. Yani farklı zamanlardaki iki benzer olgunun algılanma şekilleri oldukça zıttır.
Kitaptaki diğer başlık İnsanın Kendi Ölümüdür. İnsan ölümden sonra var oluşa inanarak yaşamıştır. Bu durum sanata, edebiyata ve tablolara yansımıştır. Örneğin bir tabloda İsa’nın yanında Bakire Meryem ile Aziz Ioannes’in olması bu duruma örnektir.
Bu ölüm şekline gelecek olursak, ölen kişinin yatağında ve çevresinde dostları vardır. Fakat, farklı olarak doğaüstü varlıkların da ölen kişinin etrafında olduğu düşünülür. İyilik ve kötülük bu noktada savaşır ve ölen kişiye sahip olmaya çalışırlar. Burada yataktaki ölüme dair geleneksel tasvir ile her hayatın bireysel yargılanmasının çakıştığı görülür. Kabirler de bireyselleşmiştir. İnsanlar kendi ölümlerini keşfetmişlerdir. Kişi, ölüm karşısında sükunet ile durup üzülmez, dünyevi eylemlerden kaçınırsa cennete gidebileceği düşünülür. Eskiden ise itiraf etmek yeterli bir durumdu. Kişinin durumunu eskiden rahip söylerken, şimdi ise Tanrı’nın son anda söylediği görülmektedir.
Çürüme, insanın zayıflamasının işaretidir. Bu zayıflamayı yeni ve özgün bir olgu haline dönüştüren şey ölümün vurgulayıcı anlamıdır. Bugünkü çağdaş tükenme kavramıyla karşılaştırılır. Kabirler de ise kişinin kimliğini işaret etme arzusu görülür. Bu arzu, 15. yüzyılın başından itibaren azalmaya başlayıp kaybolsa da, daha sonra kendini yeniden göstermiştir. Zanaatkarların kimliklerini ölümden sonra da korumak istemesi kentlerde kendini göstermiş ve giderek artmıştır. Bunun yanında ölen kişi vasiyetname bırakmaya başlar. Ölü kişinin kimliğinin hatırlanması için önemlidir.
Kitaptaki bir diğer başlık ise Senin Ölümün başlığıdır. Batılı insan, 18. yüzyıl ile ölümü yüceltmiş, onu dramatize etmiş ve onun endişe verici bir şey olduğunu düşünmüştür. Aynı zamanda kendi ölümüyle, başka kişinin ölümünden daha çok ilgilenir hale gelmiştir. 16 ve 18. yüzyıl arasında sanat ve edebiyatta ölüm, aşka ortak kılındı. Ölüm esnasındaki son çekişme ve orgazm kasılmaları birbirleri ile çakıştırılıp benzerlik kurulmuştur. Ölüm tıpkı cinsel birleşme gibi şiddetli ve güzel bir duyguya daldıran bir ihlal olarak düşünülmeye başlanmıştır.
Ölüm bu evrede arzulanır bir şey değil ama güzelliği hayranlık vericidir. Geçmişte yatakta ölüm ihtişamlı ama sıradandı. Artık insanlar ölmekte olan kişinin yalnızca yatağının başında kötü olmamakta, ölümün düşüncesi bile onları duygulandırmaktadır.
Ölüm fikrinden tat alma ilk büyük değişimdir. Romantizmin özelliklerinden biridir. İkinci büyük değişme ise ölen kişinin ailesiyle olan ilişkisidir. 18. yüzyıla kadar ölüm kişiye ait bir konuydu. Vasiyetler, kişinin sadece mal varlığının geleceğini belirlerdi. Fakat 18. yüzyılın ikinci yarısında vasiyetler de değişmiştir, istenilen şeyler günümüzdeki halini almıştır. Böylece vasiyetnameler 18. yüzyılda tamamen laikleşmiştir.
18. yüzyılda matem, adet dışı bir gösteriş derecesine ulaşarak sergilenmeye başlamıştır. İnsanların korkuları daha çok kendinden dolayı değil de, senin ölümün olmuştur. Bu durum mezarları da etkilemiştir. Mezarlıklar gözlerden uzakta olmalıdır. Ölüm artık hayatı zehirlememeli ve tamamen laikleşmelidir. Mezar yerleri mülkiyet haline gelir. Hatta modern dünyada, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte mezarlar büyük bir ticari sektör haline gelmiştir.
Kitabın son başlığı ise Yasaklanmış Ölümdür. Bu evrede insan artık evde değil, hastanede yalnız başına ölür. Çünkü hastaneler evde verilmeyen bakımın verilme yeri olmuştur. Bir zamanlar talep edilen şey şimdi yasaklı bir hale gelmiştir. Geçmişte her yerde olan ölüm, ortadan yok olmuştur. Utanılan ve yasak bir olgu haline gelmiştir. Geleceğe meydan okuyan bir tavra bürünmeye başlamıştır. Bu durum modernliğin karakterize özelliklerinden biridir. İnsan artık ölen kişi için değil, ölmekte olan kişinin yakınları için ölümün çirkinliğinin neden olduğu durumdan kaçmak zorundadır. Ölüm ayinleri de eskisi gibi değildir. İnsan bu törenlerin dramatik içeriklerini boşaltmıştır. Cenaze ayinleri, toplumun en alt düzeyde görünür olmasına dikkat etmesi esasını oluşturur. Törenler gizli ve duygusallıktan uzak olmak zorundadır.
İngiliz sosyolog Gorer, ölümün nasıl bir tabu haline geldiğini ve 20. yüzyılda en başlıca yasak konusu olan seksin nasıl yerine geçtiğini göstermiştir. Ölüm yasaklanmıştır ve sebebi ise mutluluğa duyulan ihtiyaç ile birlikte üzüntü duyulan her şeyden kaçınılması gerektiğidir. Amaç mutluluğu korumaktır. Günümüzde şöyle bir baktığımızda çocuklara ölümden bahsetmekten oldukça çekiniriz ancak aşktan ve cinselliği aktarırken bu denli bir çekinme yaşamayız. Çünkü aşk mutlu eder ve çoğu eylemlerin merkezidir, güzel olandır.
Tarihin ilk evrelerinde ölüm gündelik ve sıradan bir eylem iken, günümüzde karşılaşmaktan korkar olduğumuz bir eyleme dönüşmüştür. Sıradanlığının yerini aşk ve seks almıştır.