Barbarian; hayatta kalmaya çalışırken bencil olamayan bir kadının, insanlığını kaybetmiş bir annenin, bitmek bilmeyen bir erkek egosunun, cinsiyetçiliğin, duygusal ve fiziksel şiddetin, yozlaşmış otoritenin ve klasikleşmiş korku tabularını yıkmaya çalışan bir yönetmenin hikâyesini ele alıyor.
İlgi çekici hikâyesi, karakterleri ve kamerasıyla film; ilk saniyelerinden itibaren bizi diken üstünde tutmayı başarıyor. Karanlık, hastalıklı ve güvenilmez bir dünyaya girdiğimizi hissederken tedirgin edici hiçbir unsurla karşılaşmamamız ise seyirci olarak bizi daha çok korkutuyor. İzlerken hikâyenin nereye gittiğini ve neyle ilgili olduğunu bildiğimizi düşünüyoruz ama film, bize ne kadar yanıldığımızı ilk dakikalarında kanıtlıyor.
Film gerçekten akıllı bir şekilde kendini inşa etmeye başlıyor, karşısındaki insanı bir saniyeliğine bile aptal yerine koymuyor. Film, bizlere karakterleri ve mekânı tanıma ve analiz etme fırsatı sunarken temposunu düşürmüyor; tatlı bir akışta gerçekleşen olaylara eşlik etmemize izin veriyor. Hikâyenin birtakım dertleri var ve bunu görsel bir zekayla, estetikten ödün vermeden anlatıyor.
Zach Cregger, Barbarian için köklerinden uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmış ve yeni bir alanda kendi sesini bulmuş diyebiliriz. Cregger, 10 milyon dolarlık bir bütçeyle Disney seviyesinde bütçelere ihtiyaç duymadan da doyurucu işler ortaya çıkarabileceğini gözler önüne sermekten kaçınmıyor.
Tess Marshall (Georgina Campbell), kısa bir iş görüşmesi için Detriot’ten Airbnb kiralar ve şehre geldiğinde Keith (Bill Skarsgård) isminde bir adamın kiraladığı evde kaldığını ve ikisinin de aynı tarih için, farklı sitelerden, evi kiraladıklarını öğrenir. Tess evde kalıp kalmamak konusunda kararsız kalsa da dışarıda devam eden yağmur fırtınasına dönmek istemez ve Keith’in de ısrarlarıyla genç adamla evi paylaşmaya karar verir. Başkahramanımız tedbiri elden bırakmamak konusunda inatçıdır fakat gecenin ilerleyen saatlerinde, Keith’in evde bulduğu şarap eşliğinde, ikili aralarındaki buzları eritmeye başlar.
Sonraki sabah ise işler Tess için ilginç bir hâl alır. İş görüşmesinden döndüğü sırada evsiz bir adamın bağırarak ona doğru koşması ve onu eve kadar kovalamasıyla Tess telefona sarılıp polisi arar fakat, ABD’nin çözülemeyen sorunu haline gelen, polis Tess’in yardım isteğini yanıtsız bırakır. Çaresizliğiyle kendisini sakinleştirmeye çalışan kahramanımız günün ilerleyen saatlerinde evde tuvalet kâğıdı arayışına çıkar ve bodrum katında duvara gömülmüş bir kapı bulur.
Başlarda bulduğu şeyden rahatsız olan ve macera aramayan Tess bodrumdaki kapının üstüne kapanmasıyla merakına yenik düşer. Tess kapıyı açıp küçük bir aynanın yardımıyla gizli bölmeyi aydınlattıktan sonra ileride parçası olmaktan çok pişman olacağı bir hikâyenin sonunu kendi elleriyle yazdığının farkına varmadan içeri girer.
Filmin ikinci hikâyesi ve başkahramanı olan AJ (Justin Long) ise ona karşı açılan tecavüz davası sırasında işini, parasını ve kendisine olan güvenini kaybederken kendi başına açtığı tüm felaketlerden kaçmak için evin asıl sahibi olarak Airbnb’ye geri döner. AJ işlediği suçu kabul etmekten aciz, egoist, manipülatif bir adam olarak bulduğu gizli geçidin başına ne tür bir bela açacağını kestiremez ve ilerleyen zamanlarda ise Tess ile aynı kaderi paylaşmak zorunda kalır.
Tess seyirci olarak kendimizle kolayca özdeştirebileceğimiz bir karakter değil, kendine ait düşünceleri ve duyguları olan, en kritik noktalarda bile bencil olmayı başaramayan bir kadın fakat bu bizi onunla bir bağ kurmaktan alıkoymuyor. Klişeleşmiş korku kahramanları gibi olmaktan hem çok uzak hem de bir o kadar yakın. Seyirci olarak film boyunca Tess bizi bir kez olsun duyabilse ve ona kaçıp kurtulmasını söyleyebilsek diye can atarken, Tess tam aksini yapmaya devam ediyor ama en temel fark, film bizi bunun bir gerçeklik olduğuna fazlasıyla inandırıyor. Tess kararlarıyla var olan bir karakter ve aptal biri değil, çevresindeki her şeye tedbirle yaklaşıyor fakat attığı adımları, nereye giderse gitsin, içinden gelerek atıyor.
AJ’e karşı Tess’e hissettiğimiz duyguları hissedemiyoruz. AJ ekrandaki ilk sahnesiyle ona karşı oluşmaya başlayan sempatimizi süpürüyor ve yerini nefrete bırakıyor. Karakter bunalımındaki korkak bir tecavüzcünün yaşaması film için en büyük dertlerimizden biri değil, Tess ile arasındaki en büyük fark da bu. AJ, Tess’i dehşete düşüren odayı bulduğunda evi kiraya verirken daha fazla para alabileceği ihtimaline seviniyor ve hiç tereddüt etmeden elinde bir metreyle geçidin karanlığına dalarken ona ne olacağını merak ediyoruz ama kesinlikle onun adına endişelenmiyoruz.
Barbarian ilk önce bizi kamera açılarıyla kendisine hayran bırakıyor. Tess’in verandaya adım atmasıyla birlikte kadraj ikili bir hale geliyor. Tess’in yüzüne ve kilide yakın açılardan bakarken, uzak çekimlerde evde bir şeylerin yolunda gitmediği hissine kapılıyoruz. Verandadaki ışıklandırma Tess’i aydınlatmak yerine küçük bir obje gibi gösteriyor ve dışarının karanlığı evin kapısında beklemekten çok daha güvenli görünmeye başlıyor.
Kamera Tess ile hareket ettiği sırada açıyı da değiştiriyor ve kadrajda her zaman başkahramanımızı görebiliyoruz. Filmin en çok kullandığı teknik olan frame within a frame (çerçeve içinde çerçeve), Tess’i evde geçirdiği süreç boyunca olduğundan hep daha küçük göstermeyi amaçlıyor ve çoğu noktada da başarılı oluyor. Bu klostrofobik çerçeveler sayesinde film bizi de nefessiz bırakıyor ve Tess kadar biz de yaşanan durumun içinde sıkışıp kalıyoruz.
Özellikle bodrum katında ve mahzende geçen sahneler için kullanılan geniş açılar, ekrana daha çok dikkat etmemize ve bir şeyler olmasını beklediğimiz sahneler için kendimizi hazırlamamıza neden oluyor. Olmasını beklediğimiz jumpscare, diyalog veya hareket gerçekleşmese bile kamera bizi germeyi başarıyor.
Yönetmenin kamerası çoğu zaman paranoyaya, sıkışıp kalmış olmanın getirdiği korkuya ve yabancı bir alanda olmanın rahatsızlığına oynuyor. Kendinden emin bir şekilde ve estetik kaygılarıyla bu yılın en güzel karelerine sahip olan korku filmlerinden biri olmayı da başarıyor.
Göz alıcı sinematografisi ve kurgusuyla birlikte Barbarian’ı bu kadar ilgi çekici kılan başka bir element de ışığın ve karanlığın ustaca kullanılmış olması. Elbette ışığın iyiyi, karanlığın ise kötüyü temsil etmesi gibi basit bir sembolizmden bahsetmiyoruz. Işığın ve karanlığın, hikâyenin işleyişiyle birlikte filmi ikiye ayırdığını söylemek mümkün. Tess ve AJ’in gün ışığında geçirdikleri zamanla, mahzende ve gecenin karanlığında geçirdikleri zaman arasında birçok şeyi değişmiş olarak buluyoruz.
Barbarian sadece hikâyesi, mesajları ve karakterleriyle değil, aynı zamanda bir görsel sanat ürünü olarak da bizleri tatmin ediyor. Son zamanların en iyi indie filmlerinden biri olmakla kalmıyor ve size nostaljik bir seyir zevki de sunuyor.









