Bağımsız sinema, büyük film stüdyoları tarafından üretilmeyen, genellikle düşük bütçeli filmlere verilen bir isimdir. 1910’ların başında Amerika’da kurulan, 1930’larda sistemi iyice oturan ve genellikle Hollywood olarak anılan stüdyo sistemi içerisinde film yapan beş büyük film şirketi vardı: 20th Century Fox, Metro-Goldwyn-Mayer, Paramount Pictures, RKO Pictures ve Warner Bros. 20. yüzyılın ortalarında bu büyük stüdyoların dışında sinema yapmak isteyen yönetmenlerin filmleri, bugünün bağımsız sinemasına zemin hazırladı. 1940’larda İtalya’da ortaya çıkan Yeni Gerçekçilik ve 1950’lerin sonunda Fransa’da ortaya çıkan Yeni Dalga hareketleriyle tekrar gündeme geldi. Bu akımlarda, yönetmenlerin amacı Hollywood’a meydan okuyarak daha gerçekçi filmler yapmak oldu. 1960’ların ortasından sonra ise Amerika’daki Yeni Hollywood akımıyla birlikte bağımsız sinema yükselişe geçti. Bu nedenle 1970’li yıllar, bağımsız sinema için oldukça önemliydi. Bu dönemde bağımsız filmler, festivallerde başarılar elde etmeye ve dünya çapında bir endüstriye dönüşmeye başladı.
Bağımsız sinemanın gerçekçiliğine doymak için bu derlediğimiz, 1970’li yılların öne çıkan on bağımsız filmine göz atın!
A Woman Under The Influence – Etki Altında Bir Kadın (John Cassavetes, 1974)
Amerikan bağımsız sinemasının en önemli isimlerinden olan John Cassavetes‘in yönettiği A Woman Under The Influence filminin başrolünde usta oyuncu Gena Rowlands, Mabel Longhetti karakterini canlandırıyor. Los Angeles’ta inşaat işçisi olarak çalışan Nick (Peter Falk) ile evli ve üç çocuğu olan Mabel, kendini ailesine adamış orta halli bir ev kadını olarak karşımıza çıkıyor. Fakat çok geçmeden Mabel’ın davranışlarında bir anormallik olduğu seziliyor. Hissettiği olumlu – olumsuz tüm duyguları uçlarda ve standartın dışında yaşayan Mabel, çevresindeki kimi insanlar tarafından deli olarak görülüyor. Tutarsız davranışlarıyla ailesi için tehdit oluşturduğuna kanaat getirilen Mabel, altı ay boyunca yatarak tedavi görmesinin ardından eve geri döndüğünde de kalıplara sığacak gibi görünmüyor. Akıl sağlığı, aile ilişkileri ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerinde duran A Woman Under The Influence‘ı izledikten sonra “Normal nedir? Mabel’ı anormal addeden çevresi ne kadar normaldir? Mabel neyin ya da kimin etkisi altındadır?” gibi sorular sormak da mümkün.
Alice in the Cities – Alis Kentlerde (Wim Wenders, 1974)
Alman yönetmen Wim Wenders, bağımsız sinema hareketinin önde gelen isimlerinden. Filmde iş için Amerika’ya gitmiş Alman gazeteci Philip Winter (Rüdiger Vogler), işi başarısızlıkla sonuçlanınca ülkesine dönme kararı alıyor. Havaalanında bilet aldığı esnada Alman bir kadın ve onun dokuz yaşındaki kızı Alice (Yella Rottländer) ile tanışan Philip, kadının birtakım işleri çıkması üzerine küçük kızı kendisine emanet edilmiş halde buluveriyor. Başta Philip bu durumdan pek hoşnut olmasa da Avrupa’ya döndükten sonra aralarındaki bağ kuvvetleniyor ve birlikte Almanya’dan Amsterdam’a, Amsterdam’dan Paris’e seyahat ediyorlar. Avrupa’da gezerken de Alice’in kayıp büyükannesini aramaya karar veriyorlar. Bir yol filmi olarak karşımıza çıkan Alice in the Cities, sadece Avrupa’ya değil karakterlerin iç dünyasına da yolculuk yapıyor. Sakin temposu ve duygusal derinliği ile seyirci üzerinde acı-tatlı bir his bırakıyor.
Taxi Driver – Taksi Şoförü (Martin Scorsese, 1976)
Martin Scorsese‘nin yönettiği Taxi Driver filmi, Amerikan bağımsız sinemasının başyapıtlarından. Başrolde Robert De Niro, Vietnam Savaşı’ndan dönen Travis Bickle adlı Vietnam gazisini canlandırıyor. Travis, savaştan döndükten sonra New York gecelerinde taksi şoförlüğü yapmaya başlıyor. Fakat hala yaşadıklarının etkisinden kurtulabilmiş değil ve hayata karışmakta zorluk çekiyor. New York’un kaosu içinde yapayalnız bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Taksicilik yaparken New York’un arka sokaklarında dönen kirli işlerle karşılaşan Travis, suçluları kendi adaletiyle yargılamaya karar veriyor. Şiddete eğilimi giderek artan Travis’in psikolojik olarak çöküşüne de tanık oluyoruz.
Jeanne Dielman, 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles (Chantal Akerman, 1975)
Belçikalı yönetmen Chantal Akerman, bağımsız sinemaya deneysel ve feminist tavrı ile büyük katkı sağlıyor. Filmde, Brüksel’de oğlu Sylvain (Jan Decorte) ile yaşayan dul ev kadını Jeanne Dielman karakterini Delphine Seyrig canlandırıyor. Yaklaşık üç buçuk saat boyunca durağan bir şekilde Jeanne Dielman’ın hayatından üç günü izliyoruz. Bu açıdan filmdeki zaman kullanımı, gerçek hayatla eşzamanlı hissiyatı veriyor. Jeanne’i ev işlerini yaparken izlediğimiz bu üç günlük sürede diyaloglar son derece az, sessiz anlar ise oldukça bol. Karakterin konuşarak kendini anlatmasının aksine sessizlik, onların iç dünyasının dışa vurumunda bir araç olarak kullanılıyor.
Autumn Sonata – Güz Sonatı (Ingmar Bergman, 1978)
İsveçli yönetmen Ingmar Bergman, Autumn Sonata‘da sorunlu bir anne – kız ilişkisini merkeze alıyor. Başarılı bir piyanist olan Charlotte (Ingrid Bergman), kariyeri uğruna aile içindeki rolünü ve anneliği ihmal etmiş bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Kızı Eva (Liv Ullmann) ise ihmal edilmiş bir çocuk olmasından dolayı yaralı ve kırgın. Uzun süre sonra bir araya gelen anne – kızın arasındaki iletişimsizlik, aile travmalarını ve geçmişin izlerini gözler önüne seriyor. Charlotte’un bir dönüşüm yaşayarak kızı Eva’ya kendini açıklaması sonucunda iyileşme ve bağışlama temalarını da görüyoruz.
Badlands – Kanlı Toprak (Terrence Malick, 1973)
Terrence Malick‘in ilk uzun metraj filmi Badlands, Amerikan bağımsız sinemasından bir suç draması. Film 1950’lerde geçiyor. Sıradan bir genç kız olan Holly Sargis (Sissy Spacek), Kit Carruthers (Martin Sheen) adında genç bir adama aşık oluyor. Kit, her ne kadar Holly için çekici olsa da aslında manipülatif ve şiddete meyilli bir karakter. Holly’nin babasının ilişkilerini onaylamaması üzerine kaçmaya karar veriyorlar ve kaçmadan önce Holly’nin ailesini öldürüyorlar. Kaçtıktan sonra da Kit cinayet işlemeye devam ediyor. Holly ise bu cinayetlere tanık olmasına rağmen Kit’e olan bağlılığı sebebiyle onun yanında kalmaya devam ediyor. Polis peşlerinde olduğu için izole bir yaşam sürseler de sonunda yakalanmaktan kaçamıyorlar. Tüm film genç çiftin işledikleri cinayetler etrafında dönüyor.
Eraserhead – Silgi Kafa (David Lynch, 1977)
Eraserhead, hem David Lynch‘in filmografisinde hem de bağımsız filmler arasında önemli bir yere sahip. Bir fabrikada çalışan ve izole bir hayatı olan Henry Spencer (Jack Nance), Mary X (Charlotte Stewart) adlı hamile bir kadınla tanıştıktan sonra hayatı altüst oluyor. İkili, Mary’nin tuhaf görünümlü bebeğine bakmaya başlıyor. Bu tuhaf bebek ile birlikte evde de birtakım tuhaflıklar yaşanıyor. Garip canavarlar, ürkütücü sesler… Henry kendini bitmeyen bir kabusun içinde buluyor. Rahatsız edici imgelerle dolu filmde Henry karakterinin tüm korkuları, izleyiciye bu imgeler yoluyla gösteriliyor.
One Sings, the Other Doesn’t – Biri Şarkı Söylüyor, Diğeri Söylemiyor (Agnes Varda, 1977)
Agnes Varda, pek çok filminden alışık olduğumuz üzere One Sings, the Other Doesn’t filminde de bağımsız sinemanın feminist bağlamdaki temsilini yapıyor. Film, Suzanne (Thérèse Liotard) ve Pauline (Valérie Mairesse) adında iki kadın ana karakter üzerinden şekilleniyor. Suzanne, kürtaj yasağına karşı çıkan feminist bir grubun parçası. Pauline, müziğe ilgili ve şarkı söyleme konusunda yetenekli. Yolları ise Paris sokaklarında yaptıkları bir eylemde kesişiyor. Bu iki kadının, 1962’den 1976’ya uzanan, kimi zaman ayrı düşseler de kartpostallarla haberleştikleri on dört yıllık arkadaşlığını izliyoruz.
Killer of Sheep – Koyun Katili (Charles Burnett, 1978)
Charles Burnett‘ın yönettiği Killer of Sheep, bağımsız sinemanın şaheserlerinden. Film, Los Angeles‘ın Watts bölgesinde yaşayan Afro-Amerikan bir topluluğun günlük yaşamdaki zorluklarını, başroldeki Stan (Henry G. Sanders) karakterini merkeze alarak anlatıyor. Aile yaşamı, filmin önemli temalarından biri. Eşi ve iki çocuğu ile yaşayan Stan, ailesini geçindirmek için koyun postu satmaya karar veriyor. Filmde doğrusal bir olay örgüsünden söz etmek pek mümkün değil. Killer of Sheep, hayatta kalmaya çalışan bir ailenin yoksul bir topluluk içindeki günlük yaşamını güçlü bir müzik ve sinematografi kullanımı ile gözler önüne seriyor.
The Rocky Horror Picture Show (Jim Sharman, 1975)
Jim Sharman, korku, müzikal, bilim kurgu ve komedi gibi farklı temaları The Rocky Horror Picture Show filminde bir araya getiriyor. Brad (Barry Bostwick) ve Janet (Susan Sarandon) adlı nişanlı bir çift, yağmurlu bir gecede arabalarıyla yolculuk yaparken gizemli bir şatoya sığınıyorlar. Bu şatoda Dr. Frank-N-Furter (Tim Curry) ve onun tuhaf yaratığı Rocky (Peter Hinwood) ile tanışıyorlar. Film, cinsellik ve cinsel kimlik konularını toplumsal normlara başkaldırarak ele alıyor. Müzikleri, dans şovları ve kostümleriyle izleyiciye büyük bir görsel haz yaşatıyor.