2022 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar Annie Ernaux, 1 Eylül 1940’ta, işçi sınıfından gelen bir ailenin çocuğu olarak Lillebonne’da doğmuştur. Mazbut bir sosyal çevrede, Yvetot, Normandiya’da büyümüştür. Yazar, edebiyat eğitimi alarak uzunca bir süre edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Sınıf atlamadan evliliğe, kadın özgürlüğünden cinselliğe, kürtajdan hastalığa ve yaşlılıktan ölüme kadar pek çok konuyu kendi deneyimleri üzerinden işlerken, eserlerinde toplumsal yaşamdan aldıklarıyla birlikte kültürel, siyasi ve tarihî olaylara da vurgu yaparak “toplumsal bellek” yazınına özgü eserler ortaya koymuştur.
Veda
Annie Ernaux hikâyesine asıl öğretmen olma sınavını nasıl geçtiğini anlatarak başlar. Belki de bir başarı anısı olarak başlayan bu hikâye, “Babam tam tamına iki ay sonra öldü.” ve “Bir pazar günüydü, ikindinin ilk saatleri.” cümleleriyle devam ederek bir yas tutma güncesi olarak devam eder. Ernaux, babasını kaybetmiş ve yas sürecinde olan birisinden beklenenin aksine babasının cansız bedenini, vefat haberinden sonraki sürecini anlatım tarzıyla ve yaptığı betimlemelerle canlı tutarak anlatısına ekliyor. Bu noktada fark ediyoruz ki Ernaux’nun hikayesinde süslü cümlelere değil, sade bir anlatının altında gerçek duyguları ve yaşananları okuyacağız.
Sınıf Meselesi
Babamın Yeri, Ernaux’nun babasının ölümüyle çıktığı bir zaman yolculuğu aslında. Bu zaman makinesinde bazen kronolojiden şaşsa da hikayeye en temelden, büyükbabasından başlıyor.
“Büyükbabam da bir çiftlikte arabacı olarak çalışıyordu. Ayrıca yazları ot biçer, harman zamanı hasat kaldırırdı. Hayatı boyunca, sekiz yaşından beri, başka hiçbir şey yapmamıştı.”
Ernaux’nun büyükbabası, anne-babasının ya da kendi hayat standartlarının çok altında bir yaşantıya sahip, okuma yazması olmayan bir adam olarak karşımıza çıkar. Büyükannesinden bahsederken ise titiz bir kadın oluşu ve bu titizliğinin onu köydeki diğer kadınlardan nasıl ayrıştırdığını anlatır. Babasının ailesinden bahsederken Ernaux, din ve temizlik kavramlarına parmak basar. Çünkü temizlik, kitabın ilerleyen sayfalarında da aslında “elalem ne der” algısını yıkmak ve toplumda üst mevkiilerde olmayan birçok aile için arkasına sığınılan bir olgu olarak karşımıza çıkar. Din kavramını ele alırken ise “Tıpkı temizlik gibi, din de onlara saygınlık kazandırıyordu.” olarak durumu özetler.
Yoksulluk içerisinde büyüyen ve askere gidene kadar kendisi de büyükbabasının mesleğini devam ettiren babası, evde ve günlük yaşantılarında da “yoksulluk” güzellemelerine maruz bırakıldıklarını söyler. Kuşaklar boyu aktarılan, artık bulunduğu yeri yadırgamayan insanların aksine Ernaux’nun babası savaşla birlikte farklı bir hayatın mümkün olduğunu keşfeder.
“Askerlikle beraber, babam dünyaya giriş yaptı. Paris metro, Lorraine bölgesinde bir şehir, herkesi eşit kılan üniforma, dört bir yandan gelen arkadaşlar, bir şatodan daha büyük olan kışla.”
Askerlikten sonra ise babası askerden dönecek ve bir sınıf atlama göstergesi olarak fabrikada işçi olarak çalışmaya başlayacaktır. Çalıştığı fabrikaların birinde ise annesiyle tanışıcaklardır. Bundan sonrasında ise iki fabrika işçisi karı-kocanın daha iyi bir yaşam için verdikleri hayat mücadelesi ve kafe-bakkal serüvenine şahit olacağız.
Yabancılaşma
Anne ve babasının evliliğinde Ernaux bir tür utanç duygusu gözlemler. Bu utanç duygusunu, okuyucuya anlatılan evlilik içerisindeki tartışmalar ve çatışmaların altında da gözlemlemek mümkün. Bu duygunun kökeninde, Ernaux’ya göre, annesinin aşktan utanmasından ziyade babasının, büyükbabasına benzemek istememesi yatıyor. “Babam anne babasının sefaletini tekrarlamamanın temel şartını öğrenmişti: Bir kadına kendini kaptırmamak.”
Evlilikleri boyunca, savaş, yoksulluk ve ölüme şahit olan karı-koca yine de toplumda bir yer edinme kaygısıyla kafe-bakkal işletmeyi birçok kez deneyip en sonunda başarılı olurlar. Bu, onlar için bir mevkii göstergesi ve aynı zamanda geçmişlerinden, geldikleri yerden bir sıyrılıştır. Kitabın bu bölümünde sadece Ernaux’nun anne ve babasının geçmişlerinden sıyrılışı değil, aynı zamanda bu sıyrılışın yol açtığı bir tür yabancılaşmayı da okuyoruz. Fakat asıl yabancılaşmayı yazarın kendisinin yaşadığını da kitabın birçok noktasında fark edebiliyoruz.
“…hem mutluluk hem yabancılaşma demek istiyorum. Bu çelişkinin bir kıyısından öteki kıyısına savrulma hissi daha çok.”
Yabancılaşma sanılanın aksine maddiyat ve sınıf atlamanın ötesinde bir şey olarak bahsediliyor kitapta. Özellikle yazarın öğrencilik döneminde kafe-bakkal işleten “patron” anne-baba profilinin ardında maddi olarak sınıf atlayan fakat entelektüel anlamda kendini geliştirmemiş olmaları yazarı oldukça hayal kırıklığına uğratır. Ernaux’nun babası da bu yabancılaşmanın farkında olarak çoğu zaman kendinden daha üst kıdemde gördüğü insanların yanında fikir belirtmek ya da konuşmaktan oldukça çekinir. Bu durum hem entelektüel anlamda gelişmemiş olduğu hem de taşra ağzından yüzde yüz kurtulamadığı içindir.
Bir taraftan “patron” unvanlarını korumaya çalışırken diğer taraftan içine sığmaya çalıştıkları yeni dünyanın getirileri karşısında ne annesi ne de babası kendilerinden ödün vermeden çalışırlar. Sadece maddi olanla yetinir, onunla övünür ve insanların gözünde doğru olan neyse onu yerine getirirler. Ernaux bu durumu, “Şeylerin zaruri olarak kutsallaştırılması.” olarak dile getirir.
Babamın Yeri, bir kadının babasının arkasından yazdıklarından öte yeni bir dünyayı da bu anlatının içerisinde bizlere tanıtmasıdır. Babasının hayat serüvenini anlatarak ona veda etmeye çalışan Ernaux, tüm bu yazdıklarını “Belki de birbirimize söyleyecek bir şeyimiz kalmadığı için yazıyorum.” diyerek açıklar ve babasını anlatırken içinde yaşadığı topluma da ayna tutar. Ernaux’nun babasına yabancılaşması toplumun da birbirine bir yabancılaşmasıdır aslında. Tıpkı bu yabancılaşma gibi kafe-bakkalın aileye getirdiği dünya da aslında savaş sonrası insanların yarattığı başka bir dünyayı da anlamamıza yardımcı olur.
Kaynakça
Ernaux, Annie. Babamın Yeri. İstanbul:Can Yayınları, 2022