Danimarkalı yönetmen Lars von Trier kariyerinin ilk gününden itibaren tartışmalı filmlere ve söylemlere imza atmaktadır. Sinema okulundan mezun olmasının ardından çektiği Suç Unsuru‘nu (1984) Salgın (1987) ve Avrupa (1991) izler. Üç ayrı filmi bir üçleme haline getiren faktörler mekanlar ve atmosferdir. Üçü de yerle bir olmuş bir Avrupa kıtasında, neresi olduğunu tam kestiremediğimiz ama Almanya taraflarında olduğunu tahmin ettiğimiz şehirlerde geçen bu filmlerde şüphe, endişe, kararsızlık ve karanlık hakim. İzlerken herkesi geren bu filmleri aşırı korkuları olan bir yönetmenin yazıp yönettiğine inanmak zor. Bir keresinde “Film çekmek dışında her şeyden korkuyorum” diyen Lars von Trier’in dünyayla başa çıkış şekli korkuları hakkında film çekmek olsa gerek.
Lars von Trier’in bu kendinden emin ve alışılmışın dışında çıkışı sadece Danimarka’da değil Avrupa’nın genelinde de fark edilmiş ve kendinden bahsettirmiştir. Hatta Avrupa’da Danimarka’da gördüğü ilginin katbekat daha fazlasını görmüştür. Örneğin Danimarka’da sadece otuz yedi bin kişi tarafından izlenen Suç Unsuru, Paris’te gösterime girdiğinde kendine yüz bin seyirci bulacaktı. Yine de bu ilgi onun sevildiği anlamına gelmez. Ne kendisi ne filmleri herkes tarafından sevilecektir veya anlaşılacaktır. Eleştirmenler her seferinde birbirine zıt eleştirilerde bulunacaklardır. Von Trier’in dedikleri ya zırva ya da derin anlamları olan metafor yüklü metinler olarak görülecektir. Bu durumun günümüzde de devam ettiğini görmek şaşırtıcı değildir, zira yönetmen bu durumu düzeltmek için hiçbir çabada bulunmaz.

Suç Unsuru (1984)
Suç Unsuru, Lars Von Trier’in ilk uzun metraj filmidir. Bir noir filmi olan Suç Unsuru, Kahire‘deki sürgününden Avrupa’ya bir cinayet vakasını çözmek üzere geri çağırılmış olan dedektif Fisher‘ın hipnozu sırasında anlattıkları hakkındadır. On üç yıl sonra Avrupa’ya geri dönen Fisher, bir felaket sonrası zar zor ayakta kalmayı başarmış bir şehirle karşılaşır. Bütün şehri su basmıştır, dolayısıyla her yer kirli ve nemlidir, tesisatlar patlamıştır, daima gecedir ve sistematik intiharlar başlamıştır. Kopenhag’da sonbahar aylarında çekilen Suç Unsuru’nda bu pis ve iç bunaltıcı atmosferi yakalayabilmek için Von Trier çekimlerini geceleri, garip mekanlarda, floresan ışıklar kullanarak gerçekleştirir. Bu koşullara bir de Danimarka’nın yağmurları eklenmesinin işi zorlaştırdığını söyleyebiliriz. Aslında filmin ikonik renk paleti bu ışıklar ve yağmur sayesinde ortaya çıkmıştır, yani belki de Von Trier’in işine yaramış olabilir.

Filmde insanın ilkel doğası üzerinde durulur. Fisher’dan çözmesini istedikleri vaka bir seri katil vakasıdır; Harry Grey adlı biri piyango bileti satanları öldürmektedir. Fisher bu vakayı çözerken akıl hocasının “Suç Unsuru” adlı kitabından faydalanacaktır. Bu kitaba göre suç işlemek insanın doğasında vardır. Dahası, kendimizi bir suçlunun yerine koyup onun hayatından kesitler canlandırırsak o suçlunun davranışlarını anlayabileceğimizi söyler. Fisher bu metoda güvenip işe koyulur. Sıkı bir çalışma sonrası Grey’in bu cinayetleri haritada bir H çizmek gibi anlamsız bir gayeyle işlediğini anlar. İnsan kafasına estiğini yapabildiği yerde gerçekten çok tehlikelidir. Bunu çözebilmiş olsa da Fisher’ın son ana kadar fark edemediği bir şey vardır. Grey’in hayatını yaşamaya çalışırken kendisi de Grey kadar acımasızlaşmıştır. Lars Von Trier ilk filminden itibaren hayata bu denli depresif bir bakış açısıyla yaklaşır. Filmlerinde asla mutlu bir son yoktur. Kötünün iyisini bile seçemeyiz aslında, film öyle bir ilerler ki sadece bir şekilde bitebilir, o da olabileceklerin en kötüsüdür.
Lars von Trier’in hiç değişmeyen başka bir özelliği de istediğini yaptırma inadıdır. Suç Unsuru İngilizce bir filmdir ve dolayısıyla ana karakterleri İngiliz oyuncular canlandırır. Yönetmenin bu kararının Danimarkalı aktörleri beğenmemesinden ileri geldiğini söyleyebiliriz. Danimarkalı aktörlerin rollerini tanımak istediklerini ama yönetmen ne istediğini biliyorsa oyuncuların rolü tanımasına gerek olmadığını düşünen Von Trier, bunu açıkladığında hayatı boyunca onu takip edecek olan bir söylentiye mahal vereceğini düşünmemiştir diye tahmin ediyoruz. Oyuncularına hiçbir ilgi göstermediği veya sempati beslemediği söylentisi, kariyeri boyunca çalıştığı çoğu insanın onla çalışmanın ne kadar zor olduğunu ve kendilerini kukla gibi hissettiklerini belirtmesiyle güçlenecektir.
Salgın (1987)
Salgın, Avrupa Üçlemesi’nin ikinci filmidir. İki yazarı olan bu filmin baş rolleri de bu yazarlar, yani Lars von Trier’in kendisi ve Niels Vørsel. Kendi isimlerini taşıyan iki yazarı canlandırdıkları bu film, Lars ve Niels’ın bir yapımcıya sunacakları iki yüz sayfalık senaryoyu bir şekilde kaybetmesiyle başlar. Kaybolan bu senaryoyu zaten sevmediklerine karar kılan ikili, Epidemic (Salgın) adlı yeni bir senaryo yazmaya başlar. Niels’in daktiloyla EPIDEMIC yazmasıyla beraber ekranın sol üst köşesine de kırmızıyla aynı yazı yazılır. Film boyunca bu iki yazarın maceralarını izleriz. Duvara çizilen bir çizgi üzerinden olay örgüsü tartışmaktan bir diş macunu tüpünü dikkatlice kesip incelemeye kadar birçok şekilde senaryolarını tamamlamaya çalışan Lars ve Niels, bir ara Almanya’ya da gider gelir. Bütün çabaları sonucu sadece on iki sayfa yazabilmiş olan ikili, evlerine gelen yapımcıyı hipnoz edilip senaryoyu kafasının içinde yaşayan bir kız ile ikna etmeye çalışır. Görüleceği gibi Salgın’ın konusu en başta çok karmaşık değildir ama Lars ve Niels yazarken dışarıda gerçekten bir salgın başlamıştır ve bu işleri biraz karıştırır. Yalnızca yazar değil aynı zamanda kahin olduklarını iddia edebileceğimiz yazarlarımız her şeyden habersiz işlerine devam eder. Salgın ile yolları ilk ve tek kez yapımcı evlerine geldiklerinde kesişir; hastalık, hipnoz edilen kızdan odadaki herkese bulaşır ve film burada sona erer.

İki filmi karşılaştırmak gerekirse Salgın, Suç Unsuru kadar komplike bir film değildir. Dekor daha basittir ve film genelde normal görünen iç mekanlarda geçer. Siyah beyazdır. Suç Unsuru ile tek ortak noktası ikisinin de grenli bir görüntüye sahip olmasıdır. Ortada büyük bir felsefi sorun yoktur, aslında diğer filmleri kadar karamsar bile değildir. Salgın’ın ilk filminden daha “az özenilmiş” olmasının nedenlerinden biri şüphesiz bütçenin yetersizliği olacaktır. Suç Unsuru Avrupa’da sevilse de Danimarka’da çok seyredilmediğinden ve İngilizce olmasından dolayı Danimarka Film Enstitüsü tarafından tasvip edilmediğinden film için para bulmakta zorlanan Von Trier’in imkanları kısıtlıydı. Bunun dışında Von Trier’e göre Suç Unsuru’nun estetik anlayışı fazla kısıtlayıcıydı ve yeni tekniklere başvurmalıydı. Henüz ikinci filmi olduğundan doğal olarak yeni şeyler denemek istiyordu.
Salgın Danimarka’da seyirciden çok az ilgi gördü, eleştirmenler dahi hakkında yazmadılar. O günlerde Von Trier dışında başka Danimarkalı yönetmenlerin adından bahsettirmesi ve Oscar alması kariyerini iyice yokuşa sürdü. Geçimini sağlayabilmek için reklam filmi çekmeye karar veren Von Trier, dört sene boyunca sinemaya ara verdi.
Avrupa (1991)
Bu üçlemenin ticari olarak en başarılısı olan Avrupa, bazı sahnesinde filmden çok fotoğrafı andırıyor gibi. Yine bir hipnoz seansıyla başlayan film, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra bir trende çalışmaya başlayan bir Amerikalı olan Kessler’ı konu alır. Alman kültürüne ve yeni işine alışmakta zorluk çeken Kessler, şirketin kurucusunun kızı Katharina’yla yakınlaşınca kendini açmazda bulur. Bir süre sonra Katharina’nın siyasi bir örgüte üye olduğunu öğreniriz. Katharina, gönülsüz Kessler’i bu siyasi örgüt adına trende bir bomba patlatmaya ikna eder, bu patlamayla hem trendekiler hem Katharina hem de Kessler ölür.
Avrupa, üçlemenin diğer iki filminden farklı. Konusu daha kavranabilirdir, diğer ikisi kadar soyut bir film değildir; özellikle de bir film olduğu bile şüpheli olan Salgın kadar. Görüntü olarak Lars von Trier’in belki de en güzel filmlerindendir Çoğu sahnede projeksiyon perdesi kullanılarak arka planında bir görüntü, ön planında ise başka bir görüntü olması sağlanmış. Az önce filmin bazı sahnelerini fotoğrafa benzetmemizin sebebi de bu. Bunun altından başarıyla kalkmasını sağlayan şey Von Trier’in her şeyi planlamasıdır. “İlk filmlerimde çok kompleks senaryolar ve storyboard’lar hazırlardık. Yapacağımız düzenlemeleri bile storyboard olarak hazırlardık.” diyen yönetmenimizin bu sayede projeksiyon perdesi ile çekilen sahnelerde sonradan bir düzenleme yapmasına gerek kalmamıştır, her şeyi sette düzenlemiştir.

Danimarka’da eleştirmenlerin Avrupa için görüşleri çok farklıydı. Kimisi çok beğenirken kimisi klişe olduğunu ileri sürüyordu. Danimarka yapımlarına verilen iki prestijli ödül alsa da seyirciler tarafından çok izlenmedi. Yine de Danimarka’da izlenmese de başka ülkelerde başarılı oldu.
Avrupa Üçlemesi, eminiz ki başta Danimarka olmak üzere bütün Avrupa’yı hazırlıksız yakalamıştı, sizi de öyle yakalayacaktır. Lars Von Trier filmlerindeki kapana kısılmışlığı ve pesimizmi başka bir filmde bulabilmek çok zor, bunu bir iltifat olarak söylüyoruz. Eğer bunu kendiniz deneyimlemek isterseniz üçlemenin üç filmini de MUBI‘de bulabilirsiniz.
Kaynakça
Stevenson, J., (2005), Lars Von Trier, (1. Baskı), (B. Kovulmaz, Çev.), Agora Kitaplığı, İstanbul
The Guardian. “Dark days for film-making world as depression lays Von Trier low”. 13.05.2007. Web
Creative Screenwriting. “‘My films are a little dark, right?’ Lars von Trier”. 21.01.2016. Web


