Autumn Sonata: Çocukluk Sonbahar Olursa, Yetişkinlik Hep Kış mı?

Duygu Aksoy
Duygu Aksoy
“Siz ışığı yeniden bulmak istemiyorsunuz; dünyada karanlıktan başka bir şey olmadığına emin olmak istiyorsunuz.”
spot_img
Editör:
Günsu Akçatepe
spot_img

1978 yılında İsveçli yönetmen Ingmar Bergman‘ın hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yaptığı Autumn Sonata, ünlü yönetmenin duyguları yansıtmadaki başarısını en çok gösteren filmlerinin başında yer alıyor. Oyuncu kadrosunda, Ingrid Bergman, Liv Ullmann, Lena Nymann, Halvar Björk gibi ünlü isimlerin yer aldığı film; tıpkı ismindeki Autumn (Güz) kelimesi gibi aslında ne tam olarak baharı ne de tam olarak kışı yansıtan bir film olarak karşımıza çıkıyor.

Ünlü yönetmen Bergman’ın başarılı sinematografik bakış açısının yansıdığı film; renkler, mekan tasarımı ve oyuncuların kıyafet seçimleri nedeniyle adeta güz mevsiminin bir yansıması olmuş yorumunda bulunabiliriz. Çocukluğumuz, yetişkinlik yaşamımızı şekillendirmemizdeki en önemli dönemdir. Anne-baba ilişkileri, kardeş ilişkileri ve çevre faktörleri; kişiliğimizin şekillenmesi ve dünyayı sevme biçimimizin belirlenmesi açısından en önemli göstergeler olarak karşımıza çıkar. Bergman’ın usta yönetmenliğiyle birlikte çocukluk döneminin insan hayatını nasıl etkileyebileceğini çok sert bir biçimde anlayacağımız Autumn Sonata filmini gelin birlikte inceleyelim.

“Sınırları koyan korku ve endişedir.”

Film; yedi yıldır annesini görmeyen Eva‘nın (Liv Ullmann), üvey babasının vefatı sonrası ünlü bir piyanist olan annesi Charlotte‘yi (Ingrid Bergman), kendi evine davet ettikten sonra yaşadıkları yüzleşmeyi konu alıyor. Filmin başlangıcında, Eva’nın eşi Viktor‘u (Halvar Björk) tanışma hikayelerini anlatırken görüyoruz. Sinema filmlerinde pek de rastlamadığımız bir biçimde hikayeyi kameraya bakarak anlatan Viktor, kendi halinde yaşayan bir din adamı olarak karşımıza çıkıyor. Çok samimi olmayan fakat birbirlerine bağlı oldukları belli olan çift, çok derin bir gözlem yapılmadığı sürece sıradan ve mutlu bir izlenim veriyor. Üvey babasının vefat ettiğini öğrenince annesini evlerine davet etmeye karar veren Eva’yı, eşi Viktor oldukça sakin ve anlayışlı karşılıyor.

Anne Charlotte’nin eve gelişi de oldukça normal karşılanıyor. Eva’nın annesini karşılama biçimi oldukça doğal gözüküyor. Fakat ilişkilerindeki kopukluk ve soğukluk Charlotte’nin kızı Eva’yla duygularını paylaşırken birden bire hızlıca konuyu dağıtmaya çalışması ve duygularını paylaşmaktan duyduğu rahatsızlık, gerek bakışları gerek tüm hareketleriyle gözler önüne seriliyor. Burada şunu da belirtmeden geçmeyelim. Film bir bütün olarak mekan ve çevreden ziyade duygulara odaklandığı için çoğu zaman bütün oyuncularının gözlerini, mimiklerini hep yakın planda görüyoruz.

Eva annesiyle sohbet ederken engelli kardeşi Helena‘nın (Lena Nyman) da onlarla birlikte yaşadığını söylüyor ve annesi bu duruma aşırı tepki gösteriyor. Burada Charlotte’nin tavırları seyirciye kızının hastalığından ne kadar büyük bir rahatsızlık duyduğunu hissettiriyor. Charlotte, Helena’nın yanına gittiğinde ne kadar ona karşı samimi davranmaya çalışsa da, hem içten içe yaşadığı vicdani sorgulamalar, hem de beklemediği bu karşılaşma yüzünden donuk bir buluşma gerçekleşiyor.

Charlotte’yle ilgili bir diğer göze çarpan detay ise kendini kızına ve damadına karşı kanıtlama ihtiyacı. Giydiği şık elbise ve büyük kahkahalarla ne kadar mutlu bir hayatı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor fakat bunu onlara mı kanıtlamaya çalışıyor yoksa bu durum sadece kendi iç hesaplaşmalarından kaçmak için bulduğu bir yöntem mi orası tartışılır.

Duygular Çözülmeye Başlıyor

Eva, ailece birlikte yiyecekleri ilk akşam yemeğinde piyanonun başına geçerek bir parça çalmaya başlıyor. Bu sekansta gördüğümüz bakışlar anne-kız ilişkisindeki ilk sorgulamayı başarılı bir şekilde yansıtmış. Eva’nın gözlerinde kendi yaşayamadığı, sevgiden mahrum bırakıldığı çocukluğu ve kaybettiği oğlunun hüznü varken, Charlotte’nin sürekli kaçırmaya çalıştığı bakışları ise düşüncelerindeki vicdani sorgulamayı yansıtıyor.

Charlotte gece gördüğü bir kabusla çığlık çığlığa uyanıyor. Eva’nın annesinin yanına gitmesiyle birlikte en büyük hesaplaşmanın gerçekleşeceği sahne de böyle başlıyor. Hesaplaşma Charlotte’nin Eva’ya “Beni seviyor musun?” sorusuyla başlıyor. Eva’nın “Sen benim annemsin.” cevabı ise aslında onu sevmek zorunda hissettiğini fakat gerçek duygularının bu olmadığını gösteriyor.

Konuşmalarında göze çarpan detayların bir diğerinden bahsedecek olursak; Eva, sürekli seyahatlere giden ve ona ilgi göstermeyen annesi yüzünden kendini yalnız hissederken Charlotte’nin ise yaşamak istediği hayatın bir aile hayatı olmadığını, kendini buna mahkum ettiğini anlıyoruz. Çocukluğunda ilgisiz bir ailede büyüdüğünü anladığımız Charlotte’nin, kızları Eva ve Helena’ya karşı davranışlarının asıl sebebinin hiçbir zaman yaşayamadığı sevgi ve çocukluğun eksikliği olduğu adeta bir tokat gibi yüze çarpıyor.

İlk defa duygularını açıkça paylaşan anne-kızın bütün konuşmaları, çocukluğumuzda yaşadığımız ve yaşayamadığımız tüm duyguların yetişkinlik döneminde tıpkı bir zincirin halkası gibi birbirine bağlı olarak hayatımızı ne kadar derinden etkileyebileceğinin sert bir kanıtı. Belki de Charlotte’nin ailesi kızlarını sevgi ve ilgiyle büyütmeyi başarabilseydi, Charlotte de ailesinden gördüğü şekilde kendi kızlarını aynı sevgi ve ilgiyle büyütmeyi başarabilecekti.

Çocukluğumuz bir zincire rastgele takılmış halka parçalarından oluşmuş olsa dahi yetişkinlikte o halkayı kırmak ve yeni bir halka oluşturmaya çalışmak mümkün. Ingmar Bergman’ın çok sevilen Persona filminden bir replikle yazımızı noktalayarak, kendi varlığımızı oluşturmanın, o zincirlerin halkalarını tek tek değiştireceğine bir kez daha dikkat çekmek istiyoruz:

“Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık…”

Autumn Sonata filmine MUBİ üzerinden ulaşabilirsiniz.

Filmin fragmanını izlemek için:

 

spot_img

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Frankenstein Canavarının 90 yıllık Evrimi: Sinemada 8 Farklı Görünüm

1931'deki hantal Karloff'tan 2025'in duygusal Jacob Elordi'sine... Frankenstein canavarının sinema tarihinde Gotik edebiyat mirasını nasıl dönüştürdüğünü keşfedin.

Müzik Festivallerinin Peşinde Avrupa Turu

Avrupa'nın önde gelen müzik festivalleri ile yaz boyunca geziyoruz.

S.D.B.D.A. Veyahut Yan Yana Film İncelemesi: Birlikteliğin Birleştirici Gücü

Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in başrolde olduğu Yan Yana, farklı dünyalardan gelen iki adamın mizah ve içtenlikle kurduğu dönüştürücü bağı etkileyici biçimde anlatıyor.

Boyarken Düşünmek: Sanatla Zihinsel Arınma

Modern çağın zihinsel gürültüsünü durdurmanın yollarından biri boyamaktır. Sanatla akışa girmek, kaygıyı azaltıp, derinlemesine odaklanma ile aracılığıyla zihinsel arınmayı mümkün kılar.

Dire Straits – Brothers In Arms: Bir Savaş Eleştirisi

Klavye ve gitarın ikonik ismi Dire Straits'in Brothers In Arms ile sunduğu savaş karşıtı bakış açısını inceledik!

Haunted Hotel Dizi Analizi: Ölüm ve Yaşam Arasında Alaycı Bir İşletme

Korku ile komedi türlerini harmanlayan Matt Roller, izleyicilere yepyeni bir fantastik evren sunuyor.

Frankenstein Filmine Referans Olan Tablolar

Frankenstein filmi yalnızca konusuyla değil, sanatsal yanıyla da bizlere çok şey anlatıyor.

TikTok’un Kütüphanesi: BookTok’ta Popüler Olan 10 Kitap

BookTok, kullanıcıların kısa videolarla paylaştığı bir dijital kitap topluluğu haline gelmiş ve bir kitabın popülerliğini hızla arttıran bir platform olmuştur.

Kayayı Delen İncir Aslında Ne Anlatıyor?

Kayayı Delen İncir, Turgut Uyar’ın 1982 yılında, ilk kez Karacan Yayınları tarafından yayımlanan ve aynı yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan şiir kitabıdır.

Julianus: Son Pagan Bizans İmparatoru

Roma'nın dinden dönen imparatoru Julianus’un Paganizmi canlandırma çabaları, askeri zaferleri ve tartışmalı politikalarıyla bıraktığı mirasın izini süren bir portre.