The Lumineers, Amerikan folk rock sahnesinin en özel ve samimi temsilcilerinden biri olarak, minimal ve akustik tınılarıyla dinleyicisini derin bir duygusal yolculuğa çıkarıyor. 2005 yılında kurulan grup, özellikle sade ama etkileyici gitar ve piyano düzenlemeleriyle, hikâye anlatıcılığını ön plana çıkaran şarkılarıyla dikkat çekiyor. Folk, indie ve alternatif rock türlerinin birleşiminden oluşan müziklerinde, nostaljik bir atmosfer ve içten vokaller öne çıkıyor. Her şarkısı, adeta bir anıya dokunan, yumuşak ama güçlü bir sesle hayatın kırılganlıklarını ve güzelliklerini dile getiriyor. The Lumineers, kalplere dokunan sözleri ve samimi melodileriyle, dinleyiciyi bir kamp ateşi etrafında toplanmış gibi hissettiren bir sıcaklık yaratıyor. Onların müziğinde, zamansız bir melodiyle içimizi ısıtan, bazen hüzünle bazen umutla dolu küçük hikâyeler var.
2023 yılında, 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında ilk defa Türkiye’ye geldiklerinde onları canlı dinleme şansı yakaladım. O an yaşadığım deneyim, müziklerinin enerjisini ve duygusunu bambaşka bir boyuta taşıdı; sahnedeki samimiyetleri ve sıcaklıkları, albümlerinde hissettirdiklerinden çok daha fazlasını aktardı. Yaşadığım bu konser deneyimi, The Lumineers müziğinin ne denli güçlü ve büyüleyici olduğunu birebir hissetmemi sağladı ve benim için unutulmaz oldu.
“Automatic” albümü ise bu yolculuğun yeni bir durağı; önceki işlerindeki o tanıdık sıcaklığı korurken, aynı zamanda daha olgun, daha rafine bir anlatı sunuyor. Bu albüm, hem geçmişin anılarına dokunan hem de geleceğe dair umutlar taşıyan bir köprü gibi işliyor. Şimdi gelin, The Lumineers’ın bu son eserine birlikte adım atalım; akustik tellerin fısıldadığı hikâyelerle ve gün batımının o büyülü ışıklarıyla sarılmış bu albümde neler saklı, keşfedelim.
Automatic: Dijital Gürültüde Yavaşlayan Kalpler

“Automatic”, The Lumineers’ın Brightside sonrası çıkardığı beşinci stüdyo albümü ve grup için dönüm noktası sayılabilecek 11 yeni parçadan oluşuyor. Wesley Schultz ile Jeremiah Fraites, 20 yıldır süren ortaklıklarının uzun yılların birikimi olarak bu albümü kucaklıyorlar. Bu çalışma, onların müzikal yolculuğunda yeni bir evreye geçişi ve birlikte geçirdikleri yılların bir özeti gibi.
Schultz, albümün günümüzün karmaşık ve hızlı dünyasında gerçek ile sahte arasındaki ince çizginin giderek bulanıklaştığını ustalıkla yansıttığını söylüyor. Ekranlarla çevrili hayatımızda, hem sıkıntının hem de aşırı uyarılmanın yarattığı çelişkili duygularla mücadele ederken, kendimizi uyuşturma yollarına sığınışımızı da bu albümde içtenlikle anlatıyor. The Lumineers, dinleyicilerine tam da ihtiyaç duydukları o duygusal sığınağı sunarak, modern dünyanın bu karmaşasına ayna tutuyor.
Kırılgan Bir Ruhun Notaları: The Lumineers ve Kalpteki Çatlaklar

Bu albüm, baştan sona bir hikâye. Ben bazı sayfalarında durup cümlelerin altını çizeceğim. Belki siz de kendi satır aralarınızı bulursunuz. Her şarkı, modern hayatın karmaşasında kaybolan duygulara ve kendini arayışa dokunuyor. Sizce bu albüm, insanın kendi özünü bulma mücadelesini nasıl yansıtıyor? Peki ya sen, müzikte hangi duyguları arıyorsun; kendini bulduğun anlar mı, yoksa kaçmak istediğin gerçekler mi?
1. Same Old Song
Albümün en çok dinlenen şarkısı olan Same Old Song, açılışta hem çok tanıdık hem de iç burkucu bir tınıyla karşılıyor bizi. Daha ilk dizelerle birlikte büyümenin yükü, ekonomik sıkışmışlık ve bir türlü kopulamayan aile bağı gün yüzüne çıkıyor. Şarkı, yalnızlığı sadece duygusal bir durum olarak değil, aynı zamanda evin bodrum katında, bir partinin kalabalığında ya da tuvalet zemini gibi beklenmedik yerlerde yaşanan fiziksel bir deneyim olarak sunuyor. Hayatın ekonomik zorluklarıyla, duygusal çöküntüleriyle ve büyümeye dair kafa karışıklıklarıyla yoğrulmuş bu sözler, bir neslin ortak yalnızlığını dile getiriyor.
“I don’t know what’s wrong with me / I killed the mood so naturally (Benim sorunum ne bilmiyorum / Havayı öyle doğal bir şekilde bozuyorum ki)” dizesi, depresyonun sessizce ve neredeyse alışılmış bir biçimde hayatımıza sızışını anlatıyor. Ardından gelen tekrarlı nakarat “Same old, same sad song (Hep aynı, hep o hüzünlü şarkı)”, ruhun içinde sıkıştığı kısır döngüyü gözler önüne seriyor. Hep aynı acı, farklı bir gün ama benzer bir his… Sanki hüzün, usulca tekrar eden bir şarkıya dönüşmüş ve insan, o melodiden bir türlü kurtulamıyor. Bu şarkı, aslında bizlere hayatımızdaki peşimizi bırakmayan duygusal yükleri gösteriyor. Ve sen de bazen kalabalıkta yalnız hissettin mi?
“‘Cause I don’t feel it like I did back then
(Çünkü eskisi gibi hissetmiyorum)
In a black sedan of depression
(Depresyonun siyah sedanında)
And everyone’s alright
(Ve herkes iyiyken)
I could not afford to see the light
(Işığı görecek halde değildim)
I don’t know what’s wrong with me
(Benim sorunum ne bilmiyorum)
I killed the mood so naturally
(Çok doğal bir şekilde havayı bozdum)
Thе guests begin to make mе feel alone”
(Misafirler beni yalnız hissettirmeye başladı)
Same Old Song’un hikâyesini derinden hissetmek isteyenler için, grubun Dipnotlar dediği bu özel klibi mutlaka izleyin. Görüntüler, şarkının duygusunu çok daha etkileyici ve dokunaklı bir şekilde yansıtıyor.
“One of the coolest things about the “Same Old Song” music video shoot was that it is a single take. You watch it but you may not believe it was a single one shot tape.” (“Same Old Song” müzik videosu çekiminin en havalı yanlarından biri tek çekim olmasıydı. İzliyorsun ama bunun tek bir kesintisiz çekim olduğunu inanamayabilirsin.)
– Jeremiah Fraites
2. You’re All I Got
You’re All I Got yalnızca bir aşk itirafı değil; aynı zamanda bir hayatta kalma biçimi gibi geliyor. Şarkı, sevgiyle birlikte gelen yükü, kaybetme korkusunu ve özlemi içten bir dille anlatıyor. Özellikle “Blame yourself for what you didn’t say (Dile getirmediklerin yüzünden kendini suçla)” dizesi, söylenmemiş sözlerin, içimizde kalanların ve ilişkilerdeki sessiz fedakârlıkların ağırlığını hatırlatıyor. Zamanın ve hayatın yıpratıcı etkisine rağmen hâlâ ayakta kalan o son güçlü bağa sıkı sıkıya tutunmak var bu şarkıda.
Tüm karmaşaya, suçlamalara ve sessizliklere rağmen dönüp “Her şey altüst olsa bile, yanımda sadece sen ol yeter” deme cesaretini taşıyor. Finalde geçen “Sisyphus” göndermesiyle de ilişkilere dair bitmeyen bir çabayı, sürekli başa dönen duygusal yorgunluğu ima ediyor ama yine de bırakmayan, vazgeçmeyen bir sevgiyle… Bana kalırsa bu şarkı, farkına varmanın ve gerçekten anı yaşamaya başlamanın bir ifadesi; önemsediğimiz, kaybetmekten korktuğumuz insanlara yazılmış kırılgan bir bağlılık sözü.
“Blame yourself for what you didn’t say
(Söylemediğin şeyler için kendini suçla)
Let the light come down on me
(Bırak ışık üzerime düşsün)
Let the light come down on me
(Bırak ışık üzerime düşsün)
You’re all I got
(Senin dışında kimsem yok)
You’re all that I got
(Tek sahip olduğum sensin)
And I can’t give it up
(Ve bunu bırakamam)
Fillin’ all the holes in us”
(İçimizdeki tüm boşlukları dolduruyorum)
3. Asshole
Bu şarkı, ilişkilerin karmaşıklığını ve duygusal iniş çıkışlarını çok samimi bir dille anlatıyor. Karşımızdaki kişiye duyulan kırgınlık, yanlış anlaşılmalar ve korkular iç içe geçmiş; ama aynı zamanda bu duyguların içinde bir bağlılık ve özlem de saklı. Şarkının sözlerinde, geçmişe dair pişmanlıklar ve karşılıklı kırgınlıklar yer alırken, bir yandan da hâlâ birbirini anlamaya, bağ kurmaya çalışan iki insanın kırılganlığı hissediliyor.
Asshole şarkısının en güçlü yanı, hem savunmacı hem de açık yürekli bir anlatımı aynı anda taşıması. Kendini koruma içgüdüsüyle hareket ederken yaşadığı duygusal çalkantıyı samimi bir şekilde ortaya koyuyor. Bu dürüstlük, dinleyicide hem düşündürücü hem de içten bir bağ kuruyor. Yalnızlığın gölgesinde kimleri arıyoruz aslında?
“First we ever met (Silence, oh, the sinner lost his way)
(İlk tanıştığımızda) (Sessizlik, ah, günahkâr yolunu kaybetmiş)
You thought I was an asshole
(Beni bir pislik sanmıştın)
Probably correct (Livin’ for the love of yesterday)
(Muhtemelen haklıydın) (Dünün aşkı için yaşıyorum)
But I can see your shadow (‘Cause all alone and all the days)
(Ama gölgeni görebiliyorum) (Çünkü tüm o günler boyunca yalnızdın)
Only for the night (You’re giving up, you hid away)”
(Sadece bu gece) (Pes ediyorsun, saklandın)
4. Automatic
Benim albümden en sevdiğim şarkı olan Automatic, gündelik hayatın içinde tekrarlayan, neredeyse otomatikleşmiş alışkanlıklarımızı ve döngülerimizi anlatıyor. Şarkı sözlerinde, hayatın hızla akarken insanın içine düştüğü boşluk ve tatminsizlik hissi var. “Victory lap” (zafer turu) gibi ifadeler, aslında dışarıdan göründüğü kadar kolay olmayan, içsel mücadelelerle dolu bir yaşamı ima ediyor. Nakarattaki “Automatic” kelimesi ise her şeyin alışılmış şekilde devam ettiği, sanki bilinçsizce yaşanan bir rutin duygusunu pekiştiriyor.
Şarkının çocukluk anıları ve masallara değinen satırları (“nursery rhymes… darker than the dead of night”) benim için gerçekten çok dokunaklı. Saf ve masum sandığımız o anların aslında ne kadar karmaşık, bazen de karanlık bir gerçeği sakladığını hissettiriyor. Bu satırlar, beni geçmişle yüzleşmeye, hayatın derinliklerine ve saklı kalmış katmanlarına inmeye çağırıyor gibi.
Kısaca, Automatic, hem hayatın rutinlerine dair bir sorgulama hem de içsel duygusal çatışmaları yansıtan derin bir parça. Sence, senin hayatında “otomatikleşen” ne var?
“Take your victory lap
(Zafer turunu at)
Running on an empty track
(Boş bir pistte koşuyorsun)
The circle always brings you back
(Döngü hep seni geri getirir)
Keep it in the lane”
(Hattında kal)
Automatic şarkısının klibi, insanın iç dünyasındaki kırılganlığı öyle sade ve dokunaklı gösteriyor ki, izlemek istersen diye bırakıyorum.
5. Ativan
Ativan şarkısı, ilişkideki karmaşık ve bağımlılık dolu duyguları anlatıyor. Bir yandan karşındakini mutlu etmek için çabalarken, diğer yandan bu çabanın getirdiği yorgunluk ve çaresizlik hissi var. “If I can’t make you happy, then nobody can (Seni mutlu edemezsem, kimse edemez)” sözleri, bu derin bağlılığı ve aynı zamanda tutsaklığı ifade ediyor.
Şarkıda “Your sweet Ativan” ifadesi, sanki bir tür sakinleştirici ya da uyuşturucu gibi, ilişkiyi devam ettiren ama bir yandan da zarar veren bir şey olarak karşımıza çıkıyor. “zehir ve ilacı” sağlayan kişi, bu karmaşık ilişkinin içinde hem kurtarıcı hem de zararlı rolünde. Bu yüzden Ativan, aşkın sancılı, ama vazgeçilemeyen yönlerini çok yalın ve çarpıcı bir şekilde anlatıyor.
“I see your madness
(Çılgınlığını görüyorum)
I see your blues
(Hüzünlerini görüyorum)
I need an address
(Adres lazım bana)
I don’t need proof
(Kanıt gerekmez)
If I can’t make you happy, then nobody can
(Seni mutlu edemezsem, kimse edemez)
Then nobody can, your sweet Ativan”
(Kimse edemez, tatlı Ativan’ım)
6. So Long
So Long, The Lumineers’ın en sade cümlelerle en derin acılara dokunabildiği nadir örneklerden biri. Bir ilişkinin ardından kalan duygusal boşluk, kayıpların ardından gelen yalnızlık, geçmişin yankılarıyla şekillenen bir iç dünya anlatılıyor burada. Özellikle “Sit in isolation all the time” gibi sözlerle içe kapanmanın, kendi içinde kaybolmanın ne demek olduğunu anlatırken, “I’ll be on the ocean in your eyes (Gözlerinin içindeki okyanusta olacağım)” diyerek hâlâ karşıdaki kişide bir yerlerde var olma umudunu diri tutuyor.
Şarkı, aynı zamanda insanın kendi iç çöküşüyle yüzleşmesini, hayatın karanlık köşelerinde yaşanan sessiz çürümeyi anlatıyor. Gündelik hayatın içindeki o ağır durağanlık, duygusal bir felce dönüşüyor adeta. Tam da bu noktada gelen “Won’t somebody break up my coma? (Biri artık komamı bozmayacak mı?)” dizesi, bu donukluğun ortasında atılan bir çığlık gibi duyuluyor. Uyanmak isteyen ama uyanamayan bir ruhun, kendine gelmek için başkasının dokunuşuna duyduğu özlemi fısıldıyor.
Günlük hayatın dağınıklıkları, battaniyeleri kemiren güveler, üzerinde uykuya dalınan koltuklar… Bunların hepsi birer metafor. Dışarıdan sıradan görünen ama içeride büyük bir dağılmayı simgeleyen detaylarla, hayatın kendi halindeki çöküşünü anlatıyor. Kısacası bu şarkı, sevmeyi, kaybetmeyi ve kendini yitirmeyi anlatan bir şiir gibi.
“And if you ever felt the presence
(Ve eğer o varlığı hiç hissettiysen)
Would you ever let it control you?
(Ona kendini teslim eder miydin?)
Sit in isolation all the time
(Hep yalnızlık içinde oturuyorsun)
I’ll be on the ocean in your eyes
(Ben ise gözlerindeki okyanusta olacağım)
Tell it on the mountain, “He’s arrived”
(Dağlara anlat, “O geldi” diye)
Everybody’s famous for awhile”
(Herkes bir süreliğine ünlüdür)
The Lumineers’ın kalbime işleyen bu albümünü sen de dinlemek istersin diye bırakıyorum. Belki bir şarkısında kalbinin tam sesini duyarsın.
Kaynakça:


