Aşk ve Yaşam, Jane Austen‘in aynı isimli 1811 yılında yayınlanmış romanından uyarlanmış 1995 yapımı Ang Lee yönetmenliğinde bir dönem filmi. Hem başrol oyunculuğunu (Elinor) hem de filmin senaristliğini üstlenen kişiyse Emma Thompson. Elinor’un kız kardeşi Marianne rolüne Kate Winslet hayat veriyor. Film, babalarının ölümü ardından anneleriyle birlikte hayatlarını yeniden kurmaya çalışan üç genç kızın hikâyesini anlatıyor. Hikâye devam ettikçe iki kız kardeşin farklı karakterlerinin ve duygulara farklı yaklaşmalarının aşk hayatlarına olan etkisi açığa çıkıyor.
Elinor Dashwood: Konuşulmadan Kurulan Hayaller

Üvey abileri, babası ölmeden önce kızlarına yardım edeceğine dair verdiği sözü tutmayınca hem evlerinden olan hem de geçim sıkıntısı yaşayan Dashwoodlar kırsala taşınırlar. Bu hayata oradaki komşuları ve kır hayatının sunduklarıyla kolay adapte olurlar. Evlerinden taşınmadan çok kısa zaman önce tanıştığı Edward Ferrars (Hugh Grant) ise sürekli Elinor’un aklında olmasına rağmen bu konudan bahsetmez. Elinor ve Edward geçirdikleri kısa zaman içinde paylaştıkları şeylerle bir bağ kurarlar. Benzer yaşam biçimleri olduğu anlaşılan ikili açık açık konuşmadan ufak ama sadece kendilerinin olan bir hayatın hayalini kurar. Hislerinden asla açık açık bahsetmeyen Elinor ve Edward’ın bilinmezlik içinde ayrılmaları gerekir. Bu ayrılıktan sonraki uzun sessizliğiyse Elinor’u sarsan bir haber bozar.
Marianne Dashwood: Tüm Canlılığıyla Aşk

Marianne Dashwood ablasının aşkını yeterince göstermeyişinden dolayı onu sık sık eleştirirken tüm duyguların doyasıya yaşanması gerektiğini ve hatta aşkın sürekli dile getirilmesi gerektiğini savunur. Bu duyguları yaşamaya ve belli etmeye hevesli olduğu belli olan genç kız bir gün ona yardım etmesi üzerine tanıştığı John Willoughby‘e (Greg Wise) aşık olur ve evleneceklerine olan kesin inancıyla onu hayatının merkezi yapar. Bu sırada Albay Brandon‘ın (Alan Rickman) ona olan ilgisini görmezden gelen Marianne’in ilişkisi herkes tarafından bilinir ve en kısa sürede nişanlanmaları beklenir. Bu sırada ablası Elinor’un, ayaklarının yere basması gerektiğine dair verdiği ufak nasihatlere Edward’la olan ilişkisinin sonuçsuz kaldığından dem vuran Marianne istediği aşkı bulmuştur ve onu doyasıya yaşamaya kararlıdır. Evlenme teklifi alacağını beklediği günkü buluşmalarında John’un hiçbir açıklama yapmadan Londra’ya geri dönmesiyse genç aşık için hayal kırıklığı olur fakat aralarındaki bağa güvenen Marianne tüm umuduyla bunu aşabileceklerini inanmaktadır.
Sırları Açığa Çıkaran Londra Yolculuğu

Londra ziyaretleri sırasında iki genç kız da çok iyi tanıdıklarını düşündükleri adamlar hakkında yeni şeyler öğrenirler. Elinor’un Lucy Steele isimli genç kadınla olan arkadaşlığı Lucy’nin büyük sırrını açıklamasına yeter: Beş yıldır Edward Ferrars ile nişanlıdır ve evlenmek için sabırsızlanıyordur. Tüm aşkını sessizlik içinde yaşayan Elinor için sıra kalp kırıklığını sessizlik içinde yaşamaya gelmiştir. Bu sırada Londra’ya geldiği ilk günden beri büyük aşkı John’a sayısız mektup gönderip hiç cevap alamayan Marianne bir davette onunla karşılaşır. Ne var ki John yalnız değildir, yanında nişanlısı vardır. Artık tüm birleşme umudunu yitiren Marianne, tüm üzüntüsü içinde benzer bir hayal kırıklığı yaşayan ablasıyla evine döner.
Aşkın Coşkunluğun Yerine Gelenler
Eve döndükten sonraki sessiz zamanı Marianne’nin hastalıktan yataklara düşmesi böler ve doktorun her ihtimale hazır olun demesi ablası Elinor’u çaresiz bırakır. Bu sırada John artık evlenmiş ve eşi sayesinde büyük bir servete sahip olmuştur. Marianne’nin tüm ihtiyaçları için hazır bulunan, evden ayrılamayan ise Albay Brandon’dur. Marianne uyanınca önce ablasına sonra Albay Brandon’a teşekkür eder. Tüm güzel hayallerini, fakat yalnızca hayal olarak kalmış olan fikirlerini, John’la kurmuş olan Marianne ilk kez aşka ve sevgiye farklı bir gözle bakar. Albay Brandon’la evlilik kararı alması uzun sürmez. İkinci adam olarak başlayan Brandon’ın hikâyesi vaatlerle değil yaptıklarıyla şekillenir ve eğer bir duygu kanıtlanabilirse böylelikle kanıtlanır. Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) örneğinde olduğu gibi Asya’nın, oğlunun baba olarak bildiği, zor zamanında yanında olmuş Cemşit’i, büyük aşkı İlyas’a tercih ettiği gibi Marianne’de kendi “Sevgi emekti.” anını yaşar ve Brandon’la evlenir.

Elinor, Edward’ın başka bir kadına verdiği evlilik sözünden dolayı ona karşı beslediği tüm hislerini gömmeye çalışır. Marianne, neden tüm acılarını adeta bir görev gibi sessiz bir şekilde kabullendiğini sorduğundaysa verilen sözün tutulmasının daha önemli olduğunu söyler. Fakat Edward mirastan men edilince nişanlısı Lucy Steele, Edward’ın kardeşiyle evlenir. Bunun ardından Londra’dan Elinor’u ziyarete gelen Edward her şeyi anlatır ve ikili tekrar bir araya gelir.
Filmin Miras Bıraktıkları

Önce kitabıyla yıllardır konuşulan bu eser filmiyle de kendinden söz ettirdi. Karakterlerden Elinor’un aklı ve bilgeliği temsil ederken Marianne’nin hassasiyeti ve duygusallığı temsil ettiği savunulur fakat bu konuda tartışmalar sürmektedir. Hikâyenin sonunda Elinor için mutlu son olduğu genel kanıdır fakat bazı eleştirmenler Elinor’un hakim olan ataerkil düzenin içinde sıkıştığından ve kendi arzuları yerine ahlaki ilkeleri, sınırlamaları öncelediğinden bahsederler. Ayrıca Marianne gibi duygularını açık açık yaşamanın bir tür cezaya sebebiyet vereceği ve kadın olarak duygularında da ölçülü olması gerektiğinin vurgulandığını savunur. Her ne olursa olsun izledikten sonra kendi kararınızı vermenizi öneririz.
Oyunculukların gayet başarılı olduğu ve İngiltere’nin güney batı manzaralarıyla süslenmiş bu filmi eğer hâlâ izlemediyseniz izlemenizi öneririz.
Buradaki linkten fragmana ulaşabilirsiniz:
Kaynakça
Poovey, Mary. The Proper Lady and the Woman Writer. University of Chicago Express, 1985.