Kasabaya yeni gelen utangaç, acemi bir öğretmen, kafasız bir süvariden kaçıyor. Wall Street’te işe yeni alınan bir kâtip, başta çok istekliyken sonrasında verilen işleri “Yapmamayı tercih ederim,” diyerek reddediyor. Amerika’nın güneyinde bir kasaba halkı, her sene meydanda toplanıp bereket getireceğine inanarak kurayla seçilen bir kişiyi taşlayarak öldürüyor. Tüm bunlar, Amerikan kısa hikâyesinin zengin anlatılarından yalnızca birkaçı. Amerikan edebiyatında kısa hikâye, Amerika’nın tıpkı kendisi gibi binbir çeşite sahip ve yeri görmezden gelinemeyecek kadar önemli.
Amerika’da Kısa Hikayenin Temelleri

Amerika’da kısa hikâyenin ilk ortaya çıkışı net olarak bilinmese de on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısından bahsedebiliriz. Kısa hikâyenin kökeni, asırlardır ağızdan ağıza aktarılan öykü geleneğine dayanıyor. İnsanlar, gündelik yaşantılarından, efsanelerden ve ders verici hikayelerden yola çıkarak kısa ama etkileyici anlatılar oluşturmuşlar. Yazılı edebiyatın gelişimiyle birlikte bu öyküler, derlenip kaleme alınmaya başlanır. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, özellikle Avrupa ve Amerika’da, kısa hikâye kendine özgü bir tür olarak ortaya çıkarken; yazarlar günlük yaşamın samimiliğine, basit insan ilişkilerine ve evrensel temalara odaklanırlar.
Amerikalılar kısa öykü formatını başta Alman yazarlardan esinlenerek benimser ve kendilerince yeni bir form geliştirirler. Ortaya çıkan ilk kısa öykülerin temeli gazetelerde ve dergilerde para kazanmak isteyen yazarların ticari amaçla yazdıklarından ibarettir. Amerika’daki ilk kısa hikâye yazarlarından Washington Irving ve Nathaniel Hawthorne’un isimlerini sayabiliriz.
Washington Irving, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Amerika’nın kendi kültürel kimliğini oluşturmaya başladığı bir dönemde, kısa öyküleriyle bu yeni kimliği şekillendirme amacı güdüyordu. O zamanlar Amerika, Avrupa’nın etkisinden kurtulup kendi hikayelerini, efsanelerini ortaya koymak istiyordu. Irving, bu beklentiyi karşılamak için halk arasında dolaşan masal ve efsanelerden ilham alarak, okuyanların hem eğleneceği hem de kendi kültürel miraslarını keşfedeceği öyküler kaleme alır. Irving’in detaylara verdiği önem, sembolik anlatım teknikleri ve esprili dili, kısa hikaye türünün Amerikan edebiyatındaki gelişimine zemin hazırlar.
19. Yüzyılda Kısa Hikâye: Ulusal Bir Edebiyat Oluşturma Süreci

On dokuzuncu yüzyılın ilerleyen yıllarında, sanayileşme ve Manifest Destiny veya American Dream olarak adlandırdıkları inançla batıya doğru ilerleyerek ülke sınırlarını Pasifik okyanusuna kadar genişletmek ve Kuzey Amerika’yı sosyal ve ekonomik kontrol altına alma istekleri gibi ekonomik ve sosyal dönüşümler, Amerika’da edebiyata yeni soluklar getirir. Sanayi Devrimi’nin etkileriyle hızla gelişen şehirleşme, ulaşımın modernleşmesi, demir yollarının yaygınlaşması ve batıya doğru genişlemenin başlaması, Amerikan toplumunun yapısını kökten değiştirir. Bu dönemde Herman Melville, Bartleby, the Scrivener gibi öykülerinde, endüstrileşmenin getirdiği yabancılaşma ve bireysel protesto temalarını işleyerek, modern insanın çaresizliğini ve umutsuzluğunu kelimelere döker. Artan kentleşme; bireyin yalnızlaşmasına, yabancılaşmasına ve aile yapılarının değişmesine neden olmuştur.
Gotik Edebiyatı ve Karanlık Romantizm

On dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Amerikan kısa hikâyesi karanlık ve melankolik temalara yönelmeye başlar. Karanlık Romantizm (Dark Romanticism) olarak bildiğimiz bu akım, insan doğasının gölgeli taraflarını, suçluluk duygusunu, takıntıyı ve ölüm temalarını ele alır. Edgar Allan Poe, bu türün en güçlü yazarlarından olup kısa öyküyü basit bir anlatı olmaktan ileriye taşır ve derin psikolojik katmanlara sahip bir yazıya dönüştürür.
Edgar Allan Poe, kısa hikâyeyi şiirle uzun düzyazı arasında bir köprü olarak görür. Ona göre, bu türün “şiirsel çağrışımlarla” dolu olması gerekiyordu. 19. yüzyılın ortalarında yazılan kısa hikayeler yoğun semboller ve metaforlarla yüklüydü. Yazarlar, o dönemin okurlarının aşina olduğu kutsal metinler, mitler, Shakespeare eserleri ve klasik edebiyat kaynaklarına sık sık göndermeler yapar.
Bununla birlikte, Nathaniel Hawthorne, karakterlerinin iç dünyasını keşfetmeye yönelik yeni bir bakış açısı geliştirir. Amerika’nın Püritan geçmişini didik didik ederek, Salem cadı mahkemelerinin yarattığı korku ve ön yargı atmosferini Kızıl Leke (The Scarlet Letter) eseriyle edebiyatına taşır. Bugün Amerikalıların Puritanlar hakkında bildiklerinin büyük bir kısmı, onun öyküleri ve romanlarından geliyor. Ancak Poe, Hawthorne’un ahlakî mesajlarla ilgilenmesini pek hoş karşılamıyordu; ona göre edebiyatın amacı okuyucuya bir ders vermek değil, sanatsal bir deneyim sunmaktı.
Yine de, her iki yazar da insan doğasının karanlık yönlerine duydukları ilgiyle ortak bir noktada buluşuyordu. Hawthorne’un günah, ölüm ve kibir üzerine odaklı anlatımı, Poe’nun gotik dünyasına hiç de uzak değildi. Herman Melville ise Hawthorne’un Amerikan ruhunu en iyi temsil eden yazar olduğuna inanıyor ve onun karamsarlığında kendisine yakın bir dost buluyordu. Böylece, on dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki Amerikan kısa hikâyesi, hem ahlakî sorgulamalarla hem de gotik ve melankolik unsurlarla zenginleşerek kendi benzersiz kimliğini kazanır.
Deneyüstücülük-Transandantalizm ve Toplumsal Tepkiler

On dokuzuncu yüzyılın önemli düşünsel hareketlerinden biri de Deneyüstücülüktü. Bu felsefî akım, bilginin dış dünyadan değil, insanın içinden geldiğine inanıyordu. Doğa, bireysel özgürlük ve sezgi kavramları bu akımın temel taşlarıydı. Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau ve Margaret Fuller gibi yazar ve düşünürler, bu hareketin öncüleriydi. Özellikle doğayla iç içe bir yaşamı savunan Thoreau, Walden adlı kitabında, bireyin toplumdan bağımsız bir şekilde kendi iç sesini dinleyerek anlam bulması gerektiğini anlatıyordu. Transandantalistler aynı zamanda kölelik karşıtı bir duruş sergiliyor ve Amerika’nın özgürlük ideallerine ters düşen kölelik sistemine karşı yazılarıyla mücadele ediyorlardı.
Nathaniel Hawthorne ve Herman Melville, Transandantalizmin özgürlük ve adalet konularına duyarlı olmasına katılsalar da, hareketin fazla iyimser olduğuna inanıyorlardı. Amerika’nın özgürlük ve adalet üzerine kurulduğunu iddia ederken, köleliği ve yerli halklara yönelik zulmü sürdürmesi onlara göre haklı olarak büyük bir çelişkiydi. Melville, köleliği “insanlığın en iğrenç suçu” olarak tanımlayarak keskin bir eleştiri getiriyordu. Bu dönemde yazılan kısa hikayelerde, bireyin iç dünyasının yanında, Amerika’nın siyasi ve ahlakî ikilemleri de işlenmiştir.
20. Yüzyılda Kısa Hikâye: Realizm ve Modernizm

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Amerikan edebiyatında gerçekçilik hâkimdi. İç Savaş sonrası Amerikan toplumu büyük değişimler yaşarken, yazarlar romantik ve idealist anlatıları bir kenara bırakıp sıradan insanların hayatlarını, toplumsal sınıf farklarını ve günlük mücadeleleri olduğu gibi aktarmaya yönelir. Mark Twain, bu akımın en önemli isimlerinden biri olarak, The Celebrated Jumping Frog of Calaveras County gibi öykülerinde Amerikan halk hikayelerinden ilham alır. Gerçekçilik, hayatı süslemelerden arındırarak aktarmayı hedefler ve kısa hikaye bu hedefe uygun bir araçtır.
Yirminci yüzyılın başlarında, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileriyle beraber, Amerikan edebiyatında modernizm akımı kendini göstermeye başlar. Bu dönemde kısa hikâye, geleneksel anlatı yapılarını sorgulayan, bireyin iç dünyasına odaklanan ve gerçekliği parçalı bir şekilde sunan bir form haline gelir. Modernist yazarlar, doğrusal zaman akışını kırarak, bilinç akışı ve sembollerle yüklü anlatılar geliştirerek kısa hikâyeye yeni bir akım getirir.

Buzdağı Teorisi’yle bilinen Ernest Hemingway, bu akımın en önemli ve değerli isimlerindendir. Big Two-Hearted River adlı hikâyesi, savaş sonrası travma yaşayan bir adamın doğayla baş başa kalıp iyileşmeye çalışmasını anlatırken, savaşın bıraktığı derin izleri sessiz ama etkili bir şekilde gözlerimiz önüne serer. Tarihi bağlamı bilinmeden okunduğunda bir anlam ifade etmezken, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yazıldığını öğrendiğimiz an hikaye anlam kazanır.
Benzer şekilde, Shirley Jackson’ın The Lottery adlı hikâyesi küçük bir kasabanın şok edici bir geleneğini anlatarak modernist anlatının simgesel ve çarpıcı yönünü gösterir. Gerçekçilik günlük hayatı yansıtırken, modernizm kısa hikayeyi psikolojik ve toplumsal bir sorgulama alanına dönüştürür. Dönemin kısa öykü yazarları savaşın psikolojik etkilerini gerçekçi bir şekilde işlerken, kısa hikâyenin sınırlı alan içinde büyük bir duygusal etki oluşturabileceğini kanıtlamışlardır.
Amerikan kısa hikâyesi, sadece bir edebi tür değil, aslında toplumu ve insanları daha derinlemesine anlamamıza yardımcı olan bir pencere. Kısa hikâyeler, bazen koca bir romanın anlatacağı her şeyi birkaç sayfada verebiliyor. Hızlıca okuyup geçebileceğimiz gibi üzerinde uzun uzun düşünmemize de sebep olabiliyorlar. Her bir kısa hikâye, bir kültürün, bir dönemin, hatta bir insanın iç dünyasının aktarılmasında büyük rol oynuyor. Kısa hikâyelerin bu kadar değerli olmasının sebebi de aslında bu: Sade ama derin, kısa ama anlamlı olmaları. Bu hikâyelere ne kadar derinlemesine de baksak, her seferinde daha fazlasını keşfedebiliriz.
Kaynakça:
• Pattee, Fred Lewis. The Development of the American Short Story. New York: Harper & Brothers Publishers, 1923.
• Burke, Rebecca. American Short Stories. United States of America: Many Voices Literature, 2012.
• “A Brief History of the Short Story in America.” National Book Critics Circle. 27 Ağustos 2007. Web. Erişim Tarihi: 02.02.2025
Kapak Görseli: commons.wikipedia.org