Citizenfour ve Risk projeleri ile adını duyuran, Oscar ödüllü belgesel yönetmeni Laura Poitras’ın; Eylül 2022’de prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ödülü ile dönen, ‘‘En İyi Belgesel’’ Oscar’ı dahil olmak üzere bir sürü adaylığa layık görülen ve sayısız ödül toplayan All the Beauty and the Bloodshed belgeseli, ünlü fotoğrafçı Nan Goldin’in hayat hikayesini anlatıyor. Bu senenin en çok ses getiren belgesellerinden biri olan film, Goldin’in hayatını ele alırken, sanatını ve aktivist tarafını vurgulamanın yanı sıra, bağımlılık ve travma ile olan kişisel mücadelesine de ışık tutuyor. Uzunluğu yaklaşık iki saat olan bu yapım süresince, Goldin’in yanı sıra, onun çalışmalarından etkilenen sanatçılar, küratörler ve aktivistlerle yapılan röportajlara da yer veriliyor. Belgesel sona erdiğinde, Goldin’i ve çalışmalarını yakından tanımış oluyor; onun hem sanat dünyası, hem LGBTQ+ topluluğu, hem de bağımlılıkla mücadele eden kişiler için ne kadar kritik bir figür olduğunu fark ediyorsunuz.

All the Beauty and the Bloodshed belgeseli 10 Mart 2018 günü başlıyor. Amerika’nın en ünlü müzelerinden biri olan Met’e (The Metropolitan Museum of Art) giden Goldin ve diğer aktivistler, müzenin Sackler Wing ismi verilen kanadında bulunan Temple of Dendur (Dendur Tapınağı) sergisinde protestolarına başlıyorlar. Dendur Tapınağı, adeta Goldin için sembolik bir savaş alanına dönüşüyor, öyle ki bu savaş, Amerika’nın en varlıklı ve en güçlü ailelerinden biri olan Sackler ailesine karşı veriliyor. Öte yandan ‘hayırsever’ Sackler ailesi tüm büyük müzelere yıllardır çok büyük bağışlar yaptığından ötürü (Goldin daha sonra bu durumu ‘‘kara paralarını müzelerde akladılar’’ diye anlatacak); Goldin, kendisi için önem teşkil eden ve uluslararası bir sanatçı statüsüne gelmesinde etkisi olan önemli sanat kurumlarıyla da karşı karşıya geliyor.
‘‘Sackler’lar yalan söylüyor, milyonlar ölüyor’’ diyerek yaptıkları tezahüratlarla girdikleri sergide, seslerini birçok kişiye duyuruyorlar. Bu elbette Goldin’in, Purdue isimli ilaç şirketine karşı yaptığı kampanyaya dikkat çekmek için oldukça önemli bir adım oluyor. Purdue, Sackler ailesi tarafından kurulan bir ilaç şirketi ve tüm risklerini bildikleri halde ürettikleri ve çeşitli stratejilerle pazarlayarak yüz binlerce kişiye ulaştırdıkları OxyContin isimli ilaç, tüm ülke çapında büyük bir opioid krizine sebep oluyor. Hatta Nan Goldin’in kendisi de geçirdiği bir ameliyat sonrası OxyContin reçete edilmesinden sonra 2014 yılında bağımlı hale geliyor. Öyle ki günde 3 hap reçete edilmesine rağmen, kısa bir süre bu yetmemeye başlıyor ve günde 18’e kadar çıkıyor. Sonrasında ise yasa dışı uyuşturucalara yöneliyor ve bir gün ne olduğunun farkında olmadan enjekte ettiği fentanil nedeniyle ölümün eşiğinden dönüyor. İşte bu olaydan sonra Goldin’in Sackler ailesiyle savaşı başlıyor.

İncelikle kurgulanmış All the Beauty and the Bloodshed, aslında birbiri içine geçmiş iki hikaye anlatıyor. Bir tarafta Goldin’in aktivist kişiliğini, Sackler’lara karşı olan savaşını ve protestolarını gösteriyor, ancak öte yandan melankolik bir hayat hikayesi anlatıyor. Goldin’in bir banliyöde geçen zor çocukluğu, sanat okulu yıllarında kendi sesini bulması, AIDS krizinde sevdiği insanlar nedeniyle yaşadığı acılar, özel hayatındaki talihsizlikler ve daha pek çoğu seyircide, film bittikten sonra dahi etkisini sürdürmeye devam ediyor.
Nan Goldin’in aktivist tarafı ne kadar ilham vericiyse, hayat hikayesi de bir o kadar trajik. Kendisinin, ‘‘Annem ve babam, ebeveyn olmak için donanımlı kişiler değillerdi’’ gibi iz bırakan söylemlerinden, ebeveynleriyle olan sağlıksız ilişkisi net olarak anlaşıldığı gibi; çocukluğunda kendisine tek annelik yapan kişi olan ablasını kaybetmiş olmanın, Goldin’i hala yaraladığı aşikar. Öyle ki, 1950’lerin baskıcı Amerika’sında cinsel kimliğini keşfeden genç kız, ailesi tarafından akıl hastası ilan ediliyor ve hayatının kalanı çeşitli yetiştirme yurtlarında ve akıl hastanelerinde geçiyor. Belli bir süre sonra bu yaşamı artık kaldıramayan Barbara Goldin, hayatını sonlandırmaya karar veriyor. Filmin ismi ise, Goldin’in ablasını kaybettikten yıllar sonra ulaştığı hastane kayıtlarında yazan, Rorschach testindeki bir görsele verdiği cevaptan geliyor. Doktor Barbara’nın cevabını şu şekilde yazıya dökmüş: ‘‘Geleceği görüyor; tüm güzelliği ve dökülen kanları.’’ (She sees the future and all the beauty and the bloodshed).
‘‘Eğer sevdiği kişileri bulabilseydi, eğer sevilseydi, ablam hala yaşıyor olabilirdi’’ diyen Goldin, aynı zamanda ortam ne kadar baskıcı olursa olsun, asla kendi kimliğinden taviz vermeyen ve inanmadığı her şeyin karşısında dimdik duran ablasından; savaşmayı ve başkaldırmayı öğrendiğini söylüyor.
All the Beauty and the Bloodshed belgeselinde, Nan Goldin tüm samimiyetiyle özel hayatını da açıyor. Aşklarını, cinsel birlikteliklerini, hatalarını ve çok daha fazlasını açık yüreklilikle ortaya seren Goldin’in kuşkusuz en çok bilinen hikayesi, o dönemki erkek arkadaşı tarafından Berlin’de gördüğü şiddet. Bir kıskançlık krizi sonucu Goldin’e defalarca yumruk atan erkek arkadaşı, Goldin’in yüzündeki çoğu kemiği kırmakla kalmıyor aynı zamanda bilinçli bir şekilde, kariyeri için en kritik organı olan gözünü hedef alıyor. Nan Goldin, yaşadığı bu travmatik olayı hiçbir zaman saklamıyor, hatta o dönem suratını bol bol fotoğraflıyor. Bu fotoğraflar ise bu konuda konuşabilmeleri için, şiddet gören kadınlara cesaret veriyor. Filmde dikkat çeken bir diğer nokta, Goldin’in bir dönem seks işçiliği yaptığından aleni bir şekilde bahsetmesi oluyor. Goldin seks işçiliğini, bir insanın yapabileceği en zor işlerden biri olarak nitelendiriyor. 1985’ten itibaren tüm dünyada baş gösteren AIDS krizinde ise, çok yakın olduğu ve sevdiği birçok arkadaşını kaybeden Goldin, bu konuya dikkat çekmek için de çalışmalara imza atıyor.

Purchased 1997 httpwwwtateorgukartworkP78045
Belgeselin en çarpıcı yönlerinden biri, Poitras’ın, bu hikayeyi anlatmak için röportajların yanı sıra, Goldin’in fotoğraflarından da yararlanması. Goldin’in çalışmalarına ilham veren şehirler ve manzaralarla birlikte, arkadaşlarının ve sevgililerinin resimlerini görüyoruz. Genellikle kişisel ve samimi, hatta kimi zaman müstehcen olan bu fotoğraflar; Goldin’in hayatına ve sanatsal gelişim sürecine ışık tutuyor. Belgesel aynı zamanda, Goldin’in çalışmalarının yaratıldığı siyasi ve sosyal bağlamı da inceliyor. Goldin’in kendine has fotoğraf stilinin, güzellik ve cinsiyet hakkındaki geleneksel fikirlere nasıl meydan okuduğunu ve marjinal toplulukları belgelemenin ve savunmanın bir yolu olduğunu görüyoruz. Filmin yönetmeni Poitras ise bu fotoğrafları şu şekilde yorumluyor: ‘‘Adeta yepyeni bir görsel hikaye anlatımı, dil ve ilişki yarattı. Bu (fotoğraflardaki) insanlar kendi arkadaşları ve sevgilileriydi.’’
Nan Goldin’in OxyContin’e karşı başlattığı protestolar, birkaç sene sonra sonuç veriyor ve 400 binden fazla kişinin ölümünden sorumlu olduğu söylenen Purdue şirketi iflas açıklaması yapıyor. Ancak tabii ki bu durum tek başına Goldin ve arkadaşları için yeterli olmuyor çünkü şirketin zaten yıllar boyunca kazandığı paraları yurt dışında kaçırdığı, dolayısıyla iflası açıklasalar bile devletin o paralara dokunamayacağı iddia ediliyor. Sackler ailesi ile olan kavgasına devam eden Goldin, ailenin ismi tüm müzelerden ve sanat dünyasından silinene kadar durmuyor. Aralık 2021’de kazandıkları zaferin tadını çıkarttıkları iyimser bir notla biten filmde, Nan Goldin sevincini ve gururunu; ‘‘Hiç bir mahkeme onlara hak ettikleri cezayı vermedi, bu iflas olayı ise başlarına gelebilecek en iyi netice oldu. Bu ailenin yaptıklarından sorumlu tutulduğu tek yer sanat camiası oldu ve bunu biz yaptık’’ diyerek ifade ediyor.

Bugün, Sackler ailesinin adı Met, Louvre, Tate dahil olmak üzere bütün büyük müzelerden kaldırıldı. Tüm bunlar, işini ve sahip olduğu ünü devam ettirebilmek için bu müzelere ihtiyacı olduğu halde, onlarla karşı karşıya gelmekten korkmayan bir sanatçının, Amerika’nın en güçlü ailelerinden birini alaşağı etmesiyle oldu. Başkaldırıyı ve inandığı doğrular uğruna pes etmemeyi ablasından öğrenen güçlü bir kadın, başlattığı aktivist girişimler ile tüm ülkeyi dize getirdi. ‘‘Yanlış şeyler insanlar tarafından sır olarak tutuluyor’’ diyen Goldin, aslında tüm yapılış amacı gerçekleri tüm çıplaklığıyla belgelemek olan bu belgeselde, gizli kalmaması gereken her sırrı bir bir açığa çıkartıyor. Nan Goldin’in hayatı boyunca sahip olduğu duruşu, tutkusu, yeteneği, politik tarafı ve belki de hiç iyileşmeyecek yaralarıyla efsaneleşen All the Beauty and the Bloodshed; Poitras’ın konuya şefkatli yaklaşımı ve bu zengin karmaşıklığı naif ifade ediş biçimiyle, senenin en çok ses getiren yapımlarından biri arasına giriyor.
All the Beauty and the Bloodshed filminin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.
Kaynakça:
‘‘Laura Poitras (‘All the Beauty and the Bloodshed’) [Exclusive Video Interview]’’. Goldderby. Web. 05.03.2023.