Virginia Woolf; kendi benliğini toplumda arayan, içine doğduğu toprakların insan-erkek yapımı kurallarını anlamaya çalışan ve çoğu kadının cesaret edemediği şekilde bu kuralları eleştiren bir kadın yazar olarak karşımıza çıkar. Ataerkil bir toplumda kadın olarak var olmanın zorluğu, düşünce dünyasının yanı sıra yaşantısında da görülür. Döneminde ortaya koyduğu eserler, kadın bir yazar olarak var olma çabasının edebiyat dünyasına bir çığlığıdır adeta. Bu çığlığın ne kadar duyulduğu, nelere etki ettiğinden ziyade asıl kıymetli olan o çığlığı atabilmesidir. Tüm bunlara rağmen akıllara şu sorunun gelmesi oldukça doğaldır: “Virginia Woolf ve niceleri bir erkek olarak dünyaya gelseydi, düşünceye verdiği değerler ve yaratım güçleri göz önüne alındığında şu an günümüzde bile nasıl bir konumda olurlardı?”
Bu sorunun peşine neden düştüğümüzü ve neden bir odaya ihtiyacımız olduğunu anlamak için o odanın içinde dolaşmalı, odanın kokusunu benimsemeli, gıcırdayan tahta sandalyeye oturmalı ve masanın üstünde duran yaratıma şöyle bir bakmalıyız. Virginia Woolf, kendine ait bir odaya sahip olmanın önemi hakkında yazmaya başlamadan önce neden kadının kendisine ve zihin dünyasına yalnızca kendi istekleri ve iradesiyle sahip olamadığını sorgular. Kitap, Woolf’un bir kütüphaneye yalnız başına erişememesini anlatmasıyla başladığından bu sorunun etrafında düşünmenin bizim içimizde de yüzyıllardır süren bir direnişin sızısını bırakacağını daha ilk andan anlarız.

“Ünlü bir kitaplığın bir kadın tarafından lanetlenmesi, o kitaplık için hiçbir şey ifade etmez.”
Kapılar Kilitli: Kadınlar Giremez

Bir ilkbahar günü, kampüsün sınırlarında size ayrılmayan çimenlerin üstünde yürürken aklınıza takılan onlarca düşünce ve yazarın sizi ünlü bir kütüphanenin kapısına çağırdığını hayal edin. Durmak bilmeyen düşünceleriniz bilinç akışı halinde zihninize hücum ederken tek düşündüğünüz o kitaplığın barındırdığı belki yüzyıllar önce aramızdan ayrılmış ruhların ziyaretine gitmekten ibaret. Tam bu bilgi yuvasına ulaştığınız sırada, o da ne? Sizin bilgi sarayınız önünde dikilmiş bir erkek, sahiden bir sarayı korurcasına bilgiyi sizden koruyor ve diyor ki “Hanımların ancak bir fakülteli eşliğinde ya da bir tavsiye mektubu ile kitaplığa kabul edilebileceklerini üzüntüyle belirtmek zorundayım.”
Onu anlama yolculuğumuz bir kitaplığa dahi erişememekle başlıyor. Bu hayal kırıklığıyla dolu geri dönüşten sonra kadınlar kendilerine ait bir okul hayal ediyorlar. Kitaplıklarına, dersliklerine, tüm bilgi kıvrımlarına kimseden izin almadan ulaşabilecekleri bir yer. Bu fırsat için ödemeleri gereken çok yüklü bir miktar olduğunun ve kadınları içine alan bir okul yapmaya kimsenin de gönüllü olmadığını elbette biliyorlar. Tüm acı gerçeklerin çözümü onlardan önce gücü eline almış bir kadın gibi geliyor onlara: anneleri. Aslında bu sitemin kaynağının zamanında haklarını kazanamamış kadınlar olması çok normal olsa da küçük bir düşünme sürecinden sonra kadınların hiçbir dönemde kendilerine ve kendi ekonomilerine ayıracakları kendilerine ait bir vakitleri olmadığının, gücü elde etmenin yanı sıra güç kavramının kendisinin erkeğin hegemonyasında olduğunun ayırdına varılabilir.
Aslında kadının herhangi bir şeyi mülkiyetine alması neredeyse imkansızdır. Zaman, mekan, eşya veya herhangi bir şeyin kadınlara ait olması bir tehdittir. Erkeğin her şeye sahip olduğu bir dünyada, küçük bir çocuğun oynamadığı oyuncakları değersiz gördüğü birine vermesi gibi, kadınlara verilen alanlar ve görevler sadece erkeklerin doldurmak istemediği boşluklardan ibaret. Kadının sahip olduğu bakması gereken bir çocuk, mutfak eşyaları ve temizlik malzemeleri olarak görüldüğünden “değerli” alanlar erkeğin koruma alanıdır ve girilemez.
Kadının Hakkı: Köşeye Sığdırılan Hayatlar

Zamanın kendisinin herkes için aynı olduğu söylense de kadın için kendine ayıracağı süre bir lütuftur. Hayal gücünün sınırlarında dolaşması, yazım sürecine girmesi bir mucize olduğundan Virginia Woolf, kadınların eserlerinin genelde roman ve düzyazıdan ibaret olduğunu fark eder. Şiir ve oyun yazmak daha fazla zaman, ilgi ve dikkat gerektireceğinden bulabildikleri boşluklarda; bir evin oturma odasında bir şeyler karalamak zorunda kalırlar.
Woolf, Jane Austen’ın yaşamanın sonuna kadar böyle yaratım köşeleri bularak yazdığından bahseder ve yeğeni günlüğünde “Bütün bunları nasıl başardığı şaşırtıcıdır, çünkü sığınabileceği ayrı bir çalışma odası yoktu ve çalışmalarının çoğu, birçok kez rastgele yarıda kesilme pahasına herkesin oturduğu oturma odasında ortaya çıkarılmış olmalı. Bu uğraşının kendi ailesi dışında herhangi bir kimse ya da konuklar ya da hizmetçiler tarafından anlaşılmamasına özen gösterirdi” diyerek Jane Austen’ın kendine ait bir zihin dünyası ve odasının olmadığını anlatır.
Aslında bakıldığında kendine ait bir oda kavramı bir metafordur. Zihin dünyası tutsak olan kadınlar, günümüzde hâlâ mekanlardan ziyade dünyada kendilerine bir yer bulma derdindeler. Çok uzaklara gitmeye gerek kalmadan Nilgün Marmara’nın bu dünyaya ait olamama duygusuna yakından bakarak bunu anlayabiliriz. “İnsanlar dünyaya alışıyor, ben alışamıyorum” der Nilgün Marmara. Erkeklerin dünyasında kendine bir yer bulamaz belki de. Biri 19. yüzyılın İngiltere’sinde biri ise 20. yüzyılın Türkiye’sinde aynı ruhsal bunalımın içinde boğuşur: yer bulamamak ve anlaşılamamak.
Nilgün Marmara’nın dünyasında, en yakınında bir erkek gözü, eşi vardır. Fakat erkeğin dünyasında yer bulamaz ve görünmez de aynı zamanda. Yıllar boyu yanında bulunan eşi ölümünden sonra eserlerini ancak maddesel bir boyutta gözleriyle görmüş ve “Şiir yazdığını bile bilmezdim. Kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı” diyerek erkeğin gözünden kadının ve ürettiklerinin görünürlüğünü bir kez daha gözler önüne sermiştir. Nilgün Marmara’nın ve Virginia Woolf’un yarattığı kendilerine de ait olan bu dünyada erkekten arta kalanları kabul etmemek, erkeğin oyuncaklarını kendi hakkı görerek dokunmaya cüret etmek aslında.

Eğer bir kadın tıpkı bu kadınlar gibi haklarına ulaşmaya cüret ederse, bu kadının cüretkar, açgözlü ve edepsiz olduğu söylenir. Eğer bu da onu durdurmaya yetmezse ona oynayabileceği ve kendini eyleyebileceği kısıtlı bir alan verilir. Virginia Woolf dönemin eleştirmeni Sir Egerton Brydges’ın ” …kadın yazarlar çok iyi bir düzeye çıkmayı, ancak kendi cinslerinin kısıtlamalarını yüreklilikle kabul ederek umabilirler” ifadesini örnekleyerek yalnızca belirli sınırlar ve kapasite kabulleriyle kadın yazarların bir yere gelebileceği düşüncesinin acımasız yönünü göstermek ister. Sadece onların istedikleri yerde, onların istedikleri gibi, hudutlarımızı bilerek yazarsak belki bir erkek kadar iyi bir yazar olabiliriz. Uslu, edepli bir kadın olup bize verilen kadarına şükretmeli ve zihinsel sınırlarımızdan cinsel arzularımıza kadar ket vurabildiğimiz kadar vurmalı; işin özü erkek bakış açısından zararsız bir şey hâline gelmeliyiz ki görülmeye değer olalım.
“Yazını da satın alamazlar ya, yazın herkese açıktır. Din görevlisi de olsanız, beni çimenlerden uzaklaştırmanıza izin vermeyi reddediyorum. Kitaplıklarınızı istediğiniz kadar kapatıp kilitleyin; ama benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur.”
Göğsü Alev Alan Kadınların Cesareti

Woolf; uslu durma çağrısına karşı güçlü durup tüm erkek armağanlarını elinin tersiyle itmenin, başına gelebilecek her şeyi göze alabilmenin zorluğunu bu cümleleri kurabilmek için cesur bir kadının “göğsünde bir ateş olması gerekirdi” diyerek anlatır.
Bugün bulunduğumuz noktada; kendimize ait odalara sahip olduk belki de. Artık birden fazla çocukla ilgilenirken evin işlerine bakarken bir yandan da kocamıza ondan başka bir şeyle ilgilendiğimizi çaktırmamamıza gerek olmadan üretebiliyoruz. Ama Woolf’un anlattığı, üstümüze bir bulut gibi çöken ve ilerlememizi engelleyen erkek bakışından tümüyle kurtulabildik mi sahiden? Yüzyıllar boyu bu engellemelere maruz kalan milyonlarca kadının sesi olabilecek kadar cesur olabilir miyiz? Bu sorular değerlidir ve sorulmalıdır da. Bazen bir kadın olarak bile kıstasımız, erkeğin gözleri olabiliyor ve hâlâ onlara ait olma çabamız sürüyor sanki. Ama göğsümüzde bir alev yanıyor, dalga dalga yayılıyor ve belki bütün kilitlerin ötesinde bu çeşitli renklerdeki yangınımız bizim zaferimiz oluyor. Woolf’un da dediği gibi: “Aklımızın özgürlüğüne vurulabilecek hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yok. Kütüphaneler, kiliseler, plazalar onlarınsa bile; zihnimiz bizim, zihnimiz bir kuş kadar özgür ve kapıları her daim açık.”
Göğsünde ateş yanan tüm kadınlara…
Kaynakça:
Woolf, Virginia. Kendine Ait Bir Oda. İstanbul: Altıkırkbeş Yayın, 2016.
Öne Çıkarılmış Görsel Yapay Zekayla Hazırlanmıştır. ‘Renkli Sayfalarla Işıldayan Bir Kadın’


