“Bazılarının yaptığı yaşamdan dilimler
çekmektir, bense pastadan dilimler çekerim”
Gerilim ve korku dendiği zaman akla gelen en önemli isimlerden bir tanesi elbette Alfred Hitchcock. Yaşadığı yıllarda dünya sinemasına damga vuran, yön veren, adını sinema tarihine kazıyarak günümüze kadar ulaşan başarılı bir yönetmen olarak anılmaya devam ediyor.
Alfred Hitchcock Kimdir?
13 Ağustos 1899 yılında Londra’da doğmuştur. Kendisinden büyük iki kardeşi olan Hitchcock, kendisini iyi bir çocuk olarak tanımlamış ve hiç arkadaşı olmadığını söylemiştir. Hitchcock hep uslu bir çocuk olarak anılmıştır. Çocukluğu boyunca olayları kenardan ve sessizce izleyerek aslında gözlemci kimliğinin temelini oluşturmuştur. Hayal gücü geniş ve yalnız bir çocuk olarak büyüyen Hitchcock ileride bunun bir yeteneğe dönüşeceğinden habersiz yetişmiştir.
Hitchcock polisle ilk kez 6 yaşında karşılaşmıştır. Yaptığı bir yaramazlık sonucu babası eline bir not kağıdı tutuşturarak ceza olsun diye kendisini polis karakoluna göndermiştir. Söylenilene göre notta oğlunun birkaç saat nezarete atılması yazıyordur. Bu olay, Hitchcock’un hayatı boyunca süren polis korkusunun başlangıcı olmuştur. Bundan sonraki yaşamında polislere hiç güvenmemiş ve filmlerinde de polisleri işe yaramayan insanlar olarak yansıtmıştır.
Henüz küçük yaşında Cizvit mezhebine bağlı bir okulda okuyan Hitchcock “…muhtemelen bu Cizvitlerin yanında kaldığım bu dönemde bende bir tür korku kökleşti, günah olan bir şeyi yapma endişesi şeklinde ortaya çıkan ahlaksal kökenli bir korku gelişti. Her zaman bundan kaçınmaya çaba gösterdim” (Truffaut,1987:25) söylemi ile bilinçaltında yer alan korkularının ana sebebine inmiş ve bunu dile getirmiştir. Hatta Hitchcock o dönemde Cizvitlerin uyguladığı baskı ve katı disiplin yüzünden fiziksel cezadan korktuğunu da belirtmiştir.
Hitchcock mühendislik okumasına rağmen sinemaya karşı ilgisini her daim diri tutmuştur. Okulunu bitirdikten sonra Henley Telgraf Şirketi’nde çalışmaya başlamış ve aynı zamanda Londra Üniversitesi‘nde sanat derslerine gitmiştir. 16 yaşından itibaren de sinema dergileri okuyarak sinemaya olan ilgisini daha da arttırmıştır. Özellikle Amerikan filmlerinin hayranı olarak büyüyen Hitchcock, Amerikan sinemasını da yakından takip etmiştir. Hayatını ve planlarını da hep sinema etrafında geliştirmiştir. Sinema kariyerine ise film setlerinde teknik ressam olarak başlamıştır.
Alfred Hitchcock Sineması
Alfred Hitchcock sinema dünyasına adımını attığı andan itibaren sinemaya yenilikler getirmeye başlamıştır. Sinemayı kullanım biçimiyle, kullandığı dil şekliyle, ögeleriyle, yansıtış tarzıyla sinemayı bambaşka alanlarda kullanmayı ustaca başarmıştır.
Hitchcock, filmlerinde evreni en kötü haliyle ortaya koymuştur. Gerilimi, korkuyu, karmaşayı filmlerin yapı taşları olarak ele almış ve film evrenini bu üçlü etrafında oluşturmuştur. Filmlerinde birçok temayı kullanan Hitchcock olayları neden-sonuç ilişkisi kurarak anlatmıştır. İzleyiciyi filmine dahil etmek isteyen yönetmen, filmlerini hep karakterlerin bakış açısından çekmiştir. Filmlerinde mutlu sonları bir sonuç olarak görmekten çok tesadüfen ulaşılan bir netice olarak sunmuştur. Küçüklüğünden kalma bir güvensizlik sebebiyle polisler ve diğer güvenlik güçleri filmlerinde hep başarısız kişiler olarak sunulmuş; böylelikle “adalet” kavramını hafife alınmıştır. Hitchcock’un filmlerinde hükümet; baskıcı, insanlara düşman ve ilgisiz olarak yansıtılmıştır. Yönetmene göre sorunlar halkın kendisi ya da kahramanlar aracılığıyla çözülmektedir.
Hitchcock sinemasında ‘cinayet’ bir figür olmaktan çıkmış ve görsel motif olarak kullanılmıştır. Sinemada cinayet olgusuyla bütünleşen Hitchcock, filmlerinde de bu olguyu ustaca kullanmıştır. Evreni, insanları en kötü haliyle izleyiciye sunmuştur. Hatta bazen bu olaylar rahatsız edici boyuta ulaşmıştır.
The Lodger: A Story of the London Fog (1927, Kiracı)
Hitchcock bu filmi için “ilk gerçek Hitchcock filmi” demiştir. Hitchcock, “Kiracı, benim Almanya’daki dönemimden etkilenen bir filmim. Bu filmde tüm yaklaşımım içgüdüsel oldu. Stilimi denediğim ilk filmimdi. Aslında Kiracı’nın ilk filmim olduğunu her zaman söyleyebilirsiniz”
- Bir ev sahibesi ve kocası yeni bir kiracı aldıklarında çok sevinirler. Yeni kiracıları sessiz, mütevazı bir kişidir ve bir aylık kirayı peşin ödemiştir. Ancak kiracının gizemli ve şüpheli davranışları, kısa sürede ev sahiplerinin onun yerel bir seri katil olduğundan şüphelenmelerine neden olmuştur. Kendini beğenmiş bir model olan kızları Daisy, bu konuda endişelenmese de polis dedektifi erkek arkadaşı, kıskançlık içinde, kiracının gerçek kimliğini ortaya çıkarmaya çalışır.
Hitchcock bu filmi ile Sovyet sinemasından nasıl etkilendiğini ve kendi tarzıyla harmanlayarak sinemaya nasıl ustaca sunduğunu göstermiştir. Aynı zamanda yönetmenin ilk gerilim filmi olma özelliğini taşıdığı için senaryonun yanı sıra kurgunun da filmin oluşumu aşamasında ne kadar önemli bir kısım olduğunu izleyiciye göstermiştir. Ancak filme dair önemli bir bilgi vardır. Filmin senaryosu yapımcılar tarafından beğenilmemiştir. Filmi yapmak bir yana belki de Hitchcock’un kariyeri başlamadan bitecekti. Ancak birkaç düzenlemeden sonra film çekilir ve sinemada önemli bir hasılat elde edilmiştir. Bu film ile birlikte Hitchcock gerilim ve heyecanla anılmaya başlamıştır.
Blackmail (1929, Şantaj)
Bu filmin en önemli özelliği Hitchcock’un ilk sesli filmi olmasıdır. Hitchcock bu filmi ile alakalı ise “oldukça basit bir öyküydü ama bu filmi bir türlü tam istediğim gibi yapamadım.” demiştir. Kendisinde gördüğü bu eksikliğe rağmen döneme damga vuran bir film çekmiş olması da tabii ki cabası. Türünün en iyi örneklerinden biri olarak tarihe geçen bir film olmuştur.
- Genç ve güzel bir kız olan Alice, bir lokantada yakışıklı ve iyi giyinmiş bir yabancıyla flört ettikten sonra, Scotland Yardımcı Detektifi olan sevgilisi Frank ile tartışır ve yabancının kolunda oradan ayrılır. Adam, Alice’i resim stüdyosuna davet eder ve o da bu daveti kabul eder. Adam, stüdyoda Alice’e tecavüz etmeye kalkınca kendini korumaya çalışan Alice ressamı öldürür. Aynı gece Alice’i binadan çıkarken gören birisi, Alice ve dedektif Frank’a şantaj yapar ancak yabancı adam, tanık iken birden nasıl olduğunu anlamadan sanık durumuna düşecektir.
The Birds (1963, Kuşlar)
Alfred Hitchcock’u gerilimin babası yapan bir diğer filmi ise The Birds filmidir. Filmin ortaya çıkış hikayesi ise daha ilginç. Bir gün gazete okurken San Francisco’da kuşların insanlara saldırdığı haberini okur ve bunu dahiyane bir filme dönüştürme kararı alır.
- Melanie Daniels, San Francisco’da kuş satan bir dükkanda Mitch Brenner’la tanışır. Mitch, kız kardeşinin doğum günü için ona bir çift muhabbet kuşu almayı istemektedir, ancak mağazada muhabbet kuşu yoktur. Melanie ve Mitch, bu sırada daha önce tanışmış olabilecekleri ihtimaliyle karşılaşırlar. Bu durum bir aşk üçgenine dönüşür ve doğum günü esnasında ortaya çıkan bir kuş saldırısıyla işler iyice karışır.
Doğa konulu birçok film çekilmiş olsa da doğanın intikam aldığı film sayısı oldukça azdır. Hitchcock sayesinde doğanın insanlıktan nasıl intikam aldığını ürpertici ve bir o kadar da heyecan dolu bir şekilde izleme fırsatı yakalanmıştır.
Vertigo (1958, Ölüm Korkusu)
- San Francisco polisinden dedektif Scottie Ferguson, bir suçluyu kovalarken, damdan düşen ortağını kurtaramaz ve yükseklik korkusu başlar. Polisliği bırakan ve özel dedektif olan Scottie’yi, eski okul arkadaşı Gavin Elster karısını takip etmesi için tutar. Scottie, genç kadının peşinden San Francisco’ya döner ve kendisini karmaşık olayların içinde bulur.
Hitchcock bu film ile birlikte hayatımıza “Vertigo Efekti” kavramını getirmiştir. Peki nedir bu Vertigo efekti? Kameranın geriye doğru giderken (dolly zoom) görüntüye zoom in (yakınlaştırma) yapılması, efekti kaba tabirle özetlemektedir. Oldukça yüklü miktarda ödeme yapılan bu teknik, filmin en önemli sahnelerinden birini oluşturmuştur. Aynı zamanda dolly zoom ilk kez bu filmde kullanılmıştır.
Rebecca (1940)
Hitchcock’un Oscar alan tek filmidir. Romancı Daphne du Maurier’in bestseller romanından uyarlanan film istenilen başarıya ulaşmıştır. Hatta film aynı yıl En İyi Film Oscar’ını da almıştır. Alfred Hitchcock bu filmden sonra bir daha Oscar’a aday gösterilmemiştir.
- Esrarengiz bir şekilde hayata veda eden Rebecca‘nın ölümünün altındaki gizem kendisiyle birlikte toprağa gömülmüştür. Kocası Maxim de birkaç ayın ardından evlendiğinde yeni eşi Rebecca’dan bihaberdir. Genç Rebecca eşine deliler gibi aşıktır ve kocasından da aynı şekilde karşılık bulduğuna inanmaktadır. Ta ki Rebecca’yı ve başına gelenleri öğrenene kadar.
Filmi asıl ve önemli kılan Hitchcock’un filmlerinde yer alan karakterlere yüklediği özelliklerdir. Filmlerinde cinsiyet kavramını fazlasıyla kullanan yönetmen, bu filminde de “kadın” karakteri güçlü ve başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Öyle ki bu filmde Rebecca karakteri her ne kadar ölü dahi olsa mezarından kocasını yönetebilecek kadar güçlü bir kadındır. Şüpheli bir şekilde ölen ve arkasında birden fazla cevapsız soru bırakan bir baş karakter var olmakta ve bu gizemin etkisiyle yaşamaya çalışan, bir ölü tarafından farkında olmadan yönetilen karakterler bulunmaktadır.
Psycho (1960, Sapık)
Hitchcock’un günümüze damga vuran en önemli filmlerinde birisi Psycho. Öyle ki film, içinde çok fazla sırrı da barındırıyor. Sahnelerin özenle çekilişi, kameraların açılarında filme yerleştirilen imgeler filmi bir başyapıt haline getirmiştir.
- Marion Crane’e patronuyla iş yapan zengin bir adam para emanet eder ve ardından Marion yola koyulur. Polisler Marion’un şüpheli davranışları üzerine peşine takılır. Sevgilisi ile buluşmayı planlayan Marion geceyi bir otelde geçirmeye karar verir. Otelden içeri girer girmez garip şeyler olduğunun farkın varan Marion uyumadan önce otel sahibi Norman Bates ile biraz sohbet eder. Norman’ın kişiliğinde sorunlar olduğunu, annesine ve kuşlara karşı bir takıntısı olduğunu öğrenen Marion, odasına gidip duş almaya karar verir.
Tüm zamanların en iyi sahnesi olarak geçmiştir duş sahnesi. Filmin özellikleri bununla da kalmıyor tabii ki.
Hitchcock bu filmini Robert Bloch’un aynı isimli kitabından uyarlamıştır. Hitchcock filmin sonunun bir sürpriz olarak kalmasını istiyordu. Bu yüzden o dönem kitabın tüm baskı ve kopyalarını hatta telif haklarını satın almıştı. Bununla da yetinmeyen Hitchcock sette çekimlerin başlayacağı herkese sonu söylemeyeceklerine dair yemin ettirmişti.
Filmin siyah – beyaz çekilme sebebi de tüm imkan ve olanaklara rağmen Hitchcock’un filmin ana teması olan gerilimi had safhada tutmak istemesi ve bunu yansıtmada gösterdiği özendir.
Meşhur duş sahnesini çekimleri tam 1 hafta sürmüştür. Çekim boyunca 78 farklı kamera açısıyla çekim yapılmıştır. Sahne 45 saniye sürüyor ve içinde 52 adet kesme barındırıyor. Netflix’te yayınlanan 78/52: Hitchcock’s Shower Scene isimli belgesel Psycho’nun efsanevi duş sahnesini konu alıyor.
Filmdeki bıçak sesleri bir efekt değil aksine bıçağın kavuna saplanma sesidir. İstenilen ses bulunana kadar birçok türden kavun üzerinde deneme yapılmış ve küvet sahnesinde de kan için çikolata sosu kullanılmıştır.
Norman Bates karakteri 1957 yılında cinayetten tutuklanan Ed Gein’den esinlenerek oluşturulmuştur. Bu karakter Deranged ve The Texas Chainsaw Massacre filmlerin yanında Kuzuların Sessizliği – The Silence of the Lambs filmindeki Hannibal karakterinin oluşumuna da ilham olmuştur.
Hitchcock sinemasında korku ve gerilimi birbirinden net çizgilerle ayırır. Yönetmen daha çok insan psikolojisinin derinlerinde yatan korkuları ortaya çıkararak karakterlerini ve olay örgüsünü oluşturur. Bunun yanı sıra mizahı ve kara komediyi de ustaca filmin içine yerleştirmiştir. Tüm bunlar bağlamında Hitchcock sineması, kendi görsel dilini oluşturmuş ve kendi tarzını yansıtmıştır. Bu sayede kendi döneminde çektiği dikkatlerin yanı sıra kendisinden sonraki dönemlere de sıçramış ve birçok yönetmenin ilham perisi olmuştur.











