Bir tasarımcının doğup büyüdüğü şehir bazen bir dikiş izi gibi her koleksiyonunda kendini gösterir. Kimileri çocukluk anılarını kumaşlara işler, kimileriyse şehrinin arka sokaklarını podyumlarına taşır. Alexander McQueen de işte bu şekilde Londra’yı tasarımlarına taşıyanlardandı. Ama onun Londra’sı aristokrasiyle kasvetin, geçmişle başkaldırının bir birleşimiydi. Gotik detaylar, geçmişin izini taşıyan figürler ve tarihsel göndermelerle dolu koleksiyonlarında karanlık romantizmin izleri her zaman hissediliyordu. Tıpkı Londra’nın kendine özgü ruhu gibi; sokaklar, kraliyet hikâyeleri ve kişisel geçmişi hep bir aradaydı.
Peki bir şehrin ruhu gerçekten giyilebilir mi? McQueen’in koleksiyonlarına bakınca, cevabın evet olduğunu düşünmemek elde değil.
McQueen’in Londrası: East End’in Gölgelerinde Büyümek

Lee Alexander McQueen’in hikâyesi, Stratford’ın East End sokaklarında başladı. 1969 senesinde taksi şöförü bir baba ve sosyal bilimler öğretmeni bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hepimiz doğup büyüdüğümüz mahallenin izlerini taşırız; McQueen’in tasarımlarındaki East End’in sınıf çatışması atmosferi de işte burada zeminini oluşturdu. East End’in kasvetli sokakları; sosyal tabakalaşmanın görünür hali ve bastırılmış bir öfkeyle birleşen mahalle hayatı, defilelerinde kişisel bir anlatı rolünü benimsedi.
“Ben East End’den geliyorum. Babam bir taksi şöförü, annem ise öğretmen. Sanırım beni sistemle sistem dışı arasındaki köprüyü temsil ediyor olarak görebilirsiniz.” – Alexander McQueen
Londra’nın McQueen üzerindeki etkisi yalnızca doğduğu semtle sınırlı kalmadı. Henüz 16 yaşındayken şehrin merkezindeki Savile Row’da, zamanın prestijli terzilerinden olan Anderson & Sheppard’da çırak olarak çalışmaya başladı. Anderson & Sheppard, günümüzde dahi, İngiliz terziliğinin kalbi sayılan, geleneksel ve neredeyse kutsal kabul edilen bir moda markası. McQueen’in o yıllarda edindiği teknik bilgi, kesimlerinde ve silüetlerinde yıllar boyunca kendini gösterdi. O pürüzsüz ceket omuzları, jilet gibi kesimler; her biri bu gelenekten geliyordu.

Fakat McQueen’in asıl farkı bu kusursuz terziliği alışıldık halinden çıkarıp, altüst etmesinden geliyor. Dikişlerindeki milimetrik doğruluğu ve mükemmelliği, kanla lekelenmiş bir gelinliğe veya yüzü maskeyle örtülü gotik bir silüete dönüşebiliyordu. Gelenekle oynamayı seviyordu. Çünkü McQueen her ne kadar Savile Row disiplininde yetişmiş olsa da, kökleri hâlâ East End’in işçi sınıfı sokaklarında yatıyordu.
Karanlık Romantizm: McQueen’in Moda Dilinde Londra’yı Okumak

“Hayat bana göre tıpkı bir Brothers Grimm masalı gibi.” – Alexander McQueen
Alexander McQueen’in dünyası; podyumlara çıkardığı anlamsız dramatik, karamsar silüetlerden ibaret değil. Bilakis, Londra’nın geçmişine açılan karanlık bir tiyatro perdesi gibi; özellikle de buzdağının altındaki kısımlarına. Koleksiyonları ise çoğunlukla gotik ve karanlık romantizmin buluştuğu sahnelerden oluşmuştu.

18. yüzyıl sonlarında edebiyatta başlayan karanlık romantizm akımı, klasik romantizmin doğaya ve güzelliğe duyduğu hayranlığın tersine; çürümüşlüğe, kötülüğe, insan doğasının en zedelenmiş köşelerine odaklanıyordu. Amerikan edebiyatında Edgar Allan Poe, Nathaniel Hawthorne gibi isimlerle anılan bu tür, gotik öğelerle ahlaki çöküşü ve bilinçaltının karanlıklarını keşfe çıkarıyordu. McQueen de bu edebi geleneği kendi tarzıyla yoğurdu. 19. yüzyıl İngiltere’sinde siyah giyinme geleneği olan Viktorya Dönemi yas modasından tutun; Jack the Ripper’a kadar uzanan tarihsel bir süreklilikle kendi moda tasarımlarına uyarladı.
Dönemin ölüm takıntılı dünyasına McQueen için ünlü romantik ressam Francisco Goya’nın karanlık resimlerinden Hollandalı ressam Hieronymus Bosch’un kaotik eserlerine kadar birçok sanatçının etkisi eşlik etti. McQueen’in elinde kumaşlar tarihsel mesajlar taşıyan, dönüşüm ve başkaldırıyla şekillenen araçlar haline geldi.

“Çirkin olanda güzellikler bulabiliyorum. İnsanlara bakmayı reddettikleri şeyleri göstermek zorundayım.” – Alexander McQueen
Henüz “kapsayıcılık” (inclusivity) ifadesi sosyal medya jargonuna karışmamışken McQueen, podyumlarını farklı yaşlardan, bedenlerden ve geçmişlerden modellerle dolduruyordu. Karanlık romantizmin etkisiyle birlikte, onun dünyasında güzellik tek tipleştirilmiş normlara değil; dışlanmışa, yara almışa, kırılgan olana açılıyordu.
Bir Sahne Olarak Podyum: Modayla Toplumsal Mesaj Vermek
Alexander McQueen defilelerinin her daim güçlü mesajlarla yüklü olduğunu bolca konuştuk, şimdi bunu daha iyi özümseyebilmek için 3 farklı koleksiyonunu ele alacağız.

1995 Sonbahar/Kış koleksiyonu olan Highland Rape, moda tarihine yalnızca tartışmalı yönüyle değil, taşıdığı tarihsel ve politik eleştiriyle de kazınmıştı. “Yüksek Yayla İstismarı” başlığı birçok kişi tarafından yanlış anlaşıldı; oysa McQueen’in derdi bu kez kadınlar yerine İskoçya’ya yapılan sistematik şiddeti ifşa etmekti.

Koleksiyonda, karanlık romantizmin en belirgin izleriyle karşılaşırız: kayıp, travma, bastırılmış bir öfke ve geçmişin kalıntıları. Modeller, parçalanmış kumaşlar içinde, adeta bir travmadan çıkmış gibiydiler. Podyum ise İskoçya’ya özgü mor bir çiçek olan heather’la döşenmiş bir savaş alanıydı. Bu, İngiltere’nin İskoçya’ya uyguladığı tarihsel asimilasyon politikalarına karşı bir haykırıştı. Minimalist slip elbiselerin hüküm sürdüğü 90’lar modasında bu kadar ham ve politik bir sahne yaratmak, McQueen’i sıradan bir tasarımcı olmaktan ileri taşıyıp, tarihsel bir anlatıcı rolüne getirdi.

2001 İlkbahar/Yaz sezonundaki VOSS defilesi ise McQueen’in moda aracılığıyla psikolojik ve sosyal sınırları nasıl zorladığının en çarpıcı örneklerinden biri. Defile başlangıcında cam bir kutunun içine yerleştirilen podyumla karşılaşan izleyiciler, kendi yansımalarıyla baş başa bırakılarak pasif birer gözlemci olmaktan çıkıp performansın parçası haline geldiler.
Sahnenin ortasında yer alan yansımalı cam kutu, karanlık romantizmin içe dönük sorgulamasını yansıtıyordu; insanın kendi zihninin labirentlerinde kaybolduğu, delilik ve gerçeklik arasında gidip geldiği görsel bir atmosfer yaratılmıştı.
Modeller, akıl hastanelerini çağrıştıran görseller eşliğinde; hastanelerdeki gibi beyaz ışıklar altında, medikal sargılar, kabuklar ve egzotik kuşlarla süslenmiş kıyafetler içinde yürüdüler. Cam kutu kırıldığında ortaya çıkan sahne, Amerikalı fotoğraf sanatçısı Joel-Peter Witkin’in Sanitarium eserine bir gönderme yapıyor; güzellik ve delilik arasındaki sınırı tamamen bulanıklaştırıyordu. Böylece, toplumsal normların “güzellik” adına kadınlar üzerinde kurduğu baskı bir kez daha gözler önüne serildi.

Ve sonra Plato’s Atlantis sahnelendi; McQueen’in 2010 İlkbahar/Yaz koleksiyonu, onun ölmeden önce tamamladığı son büyük defileydi. Düşünün ki, 2010 yılından bahsediyoruz. Henüz böyle bir farkındalığın yayılabileceği sosyal medya dahi hayatımızın merkezine yerleşmiş değil bu sırada.
Ve bu kez odakta insan değil, insanlığın ardından gelecek olan vardı. Dijital baskılar, canlı yayınlanan bir defile ve bakıldığında başka bir gezegeni andıran “armadillo” botlar… Beden evriliyor, insan yeniden doğaya karışıyordu. Doğaüstüyle kurulan bu yeni bağ, karanlık romantizmin doğaya yüklediği korku ve hayranlık duygularını taşıyordu. Kıyamet sonrası bir manzarada, güzelliğin artık insan biçiminden çıkıp başka bir varoluşa evrildiği bir anlatıydı bu.

Teknolojiyle donanmış bu dünyada geleceğin bizi hangi durumlara getireceğini kim bilebilir? McQueen, bu sorunun cevabını yıllar önce podyumlarında arıyordu. Ve bu koleksiyonla birlikte ileri görüşlülüğünü de ortaya koymuş oldu. Moda tarihinde nadir tasarımcının başarabildiği bir şekilde iklim krizine, teknolojinin dönüşümüne ve insanın değişen doğasına dair gerçekleri sergiledi.
Alexander McQueen’in Londra’sı zorlukların, güzelliğin ve isyanın iç içe geçtiği bir mekândı. Ve o, tüm bunları karanlık romantizmle harmanlayarak, koleksiyonlarıyla birlikte şehri güçlü bir anlatıya çevirdi.
Kaynakça
• Golden, Ivan. “Alexander McQueen: London Fashion, Art, and Legacy” THX News. Web. Erişim: 25.07.2025
• “ALEXANDER MCQUEEN: THE VISIONARY BEHIND FASHION’S DARK ROMANTICISM” RIOT:NYC. Web. 17.10.2024. Erişim: 25.07.2025
• Kapak görseli: pinterest.com


