“Kendine küfretme, kendini üzme, asıl haksızlık, çirkinlik ve cinayet budur.
Sakın ha! Sakın, e mi? Sonra beni öldürürsün, unutma…” (22 Mayıs 1954 – s.15)
Straus’a göre (akt. Akış, Baldan, 2017) flört; sosyal etkileşim içeren ve ilişkiye devam ya da sonlandırma niyetiyle eylemlerde bulunulan, daha sonra bir tarafın ya da iki tarafın isteğiyle sonlandırılan ya da resmi bir ilişkiyle (evlilik, nişanlılık, birlikte yaşama) devam eden bir ilişki türüdür. Flört şiddeti ise, birlikte olduğunuz kişinin size fiziksel, cinsel, psikolojik, sosyal ve dijital şiddet içeren davranışlarda bulunmasıdır. Bu konuyla ilgili detaylı incelemeye “Flört Şiddeti Nedir?” adlı yazımdan ulaşabilirsiniz.
Flört şiddetinin içinde yer alan psikolojik şiddet, karşımızdaki bireyi güvensizliğe sokma, yalan söyleme, baskı uygulama gibi düşünsel olarak yapılan davranışlar olarak özetlenebilir. Fiziksel şiddetten sonra, en tehlikeli olabilecek bir şiddet türüdür.
Edebiyatta şairlerin sevdiği kişilere yazdığı şiirler, mektuplar, anlatılar aşkın en nahif hali olarak aktarılır okuyucuya. Daha doğrusu, “Şairler veya yazarlar yazdıysa vardır bir bildikleri.” şeklindeki söylemler, toplumda yıllardır yer edinen ataerkil cinsiyet rollerini pekiştirir. Psikolojik şiddet gücünü buradan alır ve kuşaktan kuşağa bu şekilde aktarılır. Böylelikle gücü ve erkliği elinde tutan edebiyatçılar, sevdikleri kişiye flört şiddeti altında yer alan psikolojik şiddetlerden birini uygular.
Türk edebiyatında Ahmed Arif denilince onun Leylâ Erbil‘e olan sözde “koşulsuz ve masum” aşkı gelir. Şairin tek kitabı olan Hasretinden Prangalar Eskittim kitabında yer alan şiirleri okuduğunuzda da bu aşkı görür veya görmek ister okuyucu. Daha sonra ise, Ahmed Arif’in Leylâ Erbil’e yazdığı mektuplar, Arif’in oğlu ve Erbil’in isteğiyle yazarın ve Leylâ Erbil’in ölümünden sonra kitap haline getirilebilmiştir. Leylim Leylim isimli bu kitap yayınlandıktan sonra da, Ahmed’in Leylâ’ya olan aşkı akıllara kazınmış; aşka karşılık vermediği için Leylâ Erbil “zalim” olarak nitelendirilmiştir. Aslında sorun da tam olarak burada başlamaktadır. Kitapta sadece Ahmed Arif’in mektuplarını okumakla birlikte, hiçbir zaman Leylâ Erbil’in yanıtlarını okuyamıyoruz (Ahmed Arif’e atılan mektuplara ulaşılamadığı için.) Hal böyle olunca da, toplumda yer edinen erkeğin hüküm sürdüğü aşk “mağdur” olarak kendini sürdürmüş ve sürdürmeye devam etmiştir. Leylâ Erbil, Türk edebiyatında yer alan önemli kadın yazarlardan biri olmasına rağmen malesef adı Ahmed Arif’in sevdiği kadın olarak akıllara yerleşmiş, ne yazık ki bir erkeğin sevdası, kendi yazarlığının önüne geçmiştir.
Bu yazıda Ahmed Arif’in sevdası küçümsenmemekle birlikte; onun yaşadığı tek taraflı aşkta, Leylâ Erbil’e mektuplarındaki psikolojik şiddet örnekleri alıntılarla ve bazı söylemleri belirginleştirerek ele alınacaktır:
“Küçüğüm, korkunç dâhim, sevgilim, senin istediğin gibi de olsam, kayıtsız şartsız kölen de olsam, daima asıl sen beni affedeceksin. Affetmeye çalış. Cihan insanları içinde en iyi, en güzel, en namuslu sensin. Buna inan. Ahmet Arif, böyle söyler… Doğrudur… Haktır… Lâyıktır…” (22 Mayıs 1954 – s.16)
Alıntıda da gördüğümüz gibi, “kölelik” ile kendini aşağılamayla birlikte daima affedilmesi gereken kişi olduğunu dayattığını görüyoruz Ahmed Arif’in. Üstelik güzellik ve namuslu olma durumuna da bir erkeğin karar veremeyeceği, bu hakkı kendinde göremeyeceği gibi bunun doğru ve hak olduğunu Ahmed Arif yine kendisinde buluyor.
“Hep, yaz diyorum ama hiç yazmıyorsun. Basarım kalayı ha! Bir kere bir iki tokadı hak ettin, görürsün bak saçlarını nasıl kökünden koparıcam. Seni gidi inatçı, seni! Kendine kıymakla, kendinden kaçmakla iyi halt mı ediyorsun, sanki.” (6 Haziran 1954 – s.21)
Kitapta geçen en çarpıcı alıntılardan birisi kesinlikle bu alıntı. Şiddeti sevgi adı altında meşrulaştırmayla birlikte, Leylâ Erbil’in kendisine hiç yazmadığı için bunu hak olarak görmesi de farklı bir nokta.
“Şaştığım ne bilir misin? Tonla zeki, budala, normal, sapık şu veya bu türlü erkekle, kadınla tanışıklığın, ahbaplığın oldu. Hepsinin densizliğini, zaaflarını hatta ihanetini affettin, onları ayıplamadın, hırpalamadın. (…) sana yukarıdakilerin yaptıklarının hiçbirini ne yaptım ne de yeltendim. Hâl böyleyken hâlâ sorgu suâl yağmurunla karışık çirkin sıfatlar ve benzetmelerle beni üzmeğe uğraşman niye?” (2 Ekim 1954 – s. 31-32)
“Mektubunu hemen bekliyorum. Gözlerinden öperim. (Gözlerini öpemeyeceğim birine yazmak, mektup atmaktan tiksinirim. Bunu da böylece kabul edeceksin.)” (2 Ekim 1954 – s.35)
“Ankara’ya gidince de ilk işin bana yazmak olmalı. Unutur, kaygılarına dalıp gidersen, korkunç bir şey yapmış olursun. Tasavvur edemeyeceğin kadar korkunç…” (20 Nisan 1955 – s.45)
Bu alıntılarla da Erbil’in üzerinde mektup yazmadığı için baskı oluşturduğunu söylemek mümkün. Üstelik korkunç bir şey yapma eylemiyle suçlaması, Arif’in kendi söylediklerini kabul ettirme tavrı da cabası.
“Sarsağın tekisin benim gibi. Bari gönderdiklerimi saklayabilsen. Ne bileyim, sende kalsın istiyorum. Sağda solda tonla şiirim yitti gitti.” (24 Haziran 1955 – s.66)
Leylâ Erbil’in Ahmed Arif’in mektuplarını saklaması üzerine bu satırları okuyabildik, ancak ne yazık ki Leylâ’nınkileri okuyamadık. Bu noktada Ahmed’in zor bir hayatı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Fakat sarsak olarak itham ettiği için Ahmed Arif’in, Leylâ’nın bir şeyleri saklamasına dair güvenini de görüyoruz.
“Oturup yazsana bana. Boş vaktin çok. Yazmaktan sıkılıyorsan, telefonunu ver de konuşur sorarım hiç değilse. Hem “Ne yaparsan yap, istersen küfret ama senin için aklıma bile getiremeyeceğim şeyleri düşünme” diyorsun, hem de ayda yılda bir mektubu reva görüyorsun Ahmet kuluna!” (29 Haziran 1955 – s.71)
“Ben senin mecburunum – başkaca yokum.” (16 Temmuz 1955 – s.83)
“Bir derdin, bir belân olmaya sakın? Gelir Allah’ını şaşırırım sebep olanın. Yazasın ha! Hiçbir gizlin, hiçbir saklın olamaz benden. Yoksa hakaret etmiş olursun bana.” (12 Ağustos 1955 – s.93)
“İncil gibi, Tevrat gibisin Leylim. Hilesiz, arık ve duru. Cihanda hiçbir kimse, dostunu kardeşini, sevgilisini -acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi sevememiştir.
(…)
Şaşkınım, beni böyle yarattığın için sana nasıl teşekkür edeyim bilemiyorum Leylâ. Kölen olmak ne büyüklükmüş meğer!” (4 Ocak 1956 – s.110-111)
“Seni Tanrılaştırmak sorununa gelince, diyeceğim şu: İnsanoğlu Tanrısını da öbür “icat”ları gibi kendisi bulduğuna göre elbette kusursuz bir buluya ermiş sayılmaz. Halbuki sen, kusursuzluğun bir yana, pratik olman gibi bir de üstünlüğün var! (…) Seni Tanrı gibi değil, Tanrı kavramını Leylâ gibi seviyorum. Yoksa korkunç bir şey olurdu.” (Tarihsiz – s.131-132)
Okuduğumuz alıntılarda aslında bir Leylâ’dan “Ne yaparsan yap, istersen küfret ama senin için aklıma bile getiremeyeceğim şeyleri düşünme” yanıtını görüyoruz. Tabii ki bu mektubun tamamını ve bağlamını bilmediğimiz kesin yorum yapmak güç olsa da, Ahmed Arif’e karşı arkadaşlıktan başka bir şey hissetmediğini biliyoruz. Buna rağmen Arif’in mektuplarında ısrar ve kutsallık yoğun bir şekilde geçiyor. Erbil’in aşkı onun için ilahlaşmış bir şekilde. Aslında bu durum yine Arif’in hayatının zorluğu ile ilişkilendirilebilir. Hayatında tutunduğu tek şeyin bu aşk olduğu düşünülse de, karşısındaki kişinin de bir hayatı ve duyguları olduğu unutulmamalıdır. Kendinizi hiç Leylâ’nın yerine koydunuz mu bu satırları okurken? Birinin sizi tapacak kadar ilahlaştırması ve bu şekilde takıntı haline getirmesi sevginin gerektirdiği bir durum mudur?
“Bekletme, hemen yaz. Her saniyen dolu da olsa bana yazmaya çalış. Bak, tembelliğe, saysatmaya vurursan benden hiçbir şey bekleme. Bencil bir duygu ama kusurumu affet, bu, böyle.” (Tarihsiz – s.198)
“Sesin sedan kesik gene! (…) Bu şartlar içinde iyileşmeme imkân yok. İyileşmek şöyle dursun, gün günden bozuyor, paralize oluyorum. Dün sabah sana küfürlü bir sayfa karaladım, zarfladım, pulladım. Sonra kıyamadım postaya vermeğe, kendimden utandım. (…) -Mektup “Kulun-kölen” şeklinde bitirilmiş.- (Tarihsiz – s. 202)
“Gelgelelim -bu benim kara bahtımdır- sana kul, sana divâne olmanın “aşırılığını” sevmediğini söylüyorsun. Bir doz, bir ayar meselesinden çok, bir çeşit acımaklı tersleme!” (Tarihsiz – s.203)
“Ne mene küfredersen et yahut nasıl ilgisiz olursan ol, şu anda sadece ölmek istiyorum. Gebermek. Tek çıkar yol bu.” (Tarihsiz – s.204)
Genel olarak alıntılarda da okuduğunuz gibi, karşı tarafı suçlu hissettirmek, sorumlu tutmak, sevme eylemi adı altında kendini haklı görme durumlarını görmek mümkündür. Bu yazıda Ahmed Arif’i kötülemek amaçlanmadığı gibi, Leylâ Erbil de övülmemiştir. Zaten iki tarafın tam konuşmalarını okumak mümkün olmadığı için bu tek taraflı aşk hakkında iki kişi hakkında yorum yapmak doğru ve kabul edilebilir olmayacaktır. Bu yazıyı yazma amacım, ikili ilişkilerde şiddetin meşrulaştırılması yıllardır her alanda, her kesimde var olduğunu gösterebilmektir. Edebiyattaki önemli kişiler, toplumdaki büyük kesimlere hitap ettiği için etkilerini görmezden gelmek yanlış olacaktır. Günümüzde yaşanan flört şiddetlerinin, kadına yönelik şiddetlerin ve hatta kadın cinayetlerinin temelinde ataerkil yapının getirdiği hegemonik erkeklik yer almaktadır. Hegemonik erkeklik sokakta, evde, okulda, işte, sanatta, medyada ve kısacası sosyal alanların her yerinde yıllardır kendini gösterir. Bir kitabı, bir şiiri okurken farkındalıkla okumak, aşkı güzelleştirme uğruna ilişkideki diğer bir özneyi yermek doğru bir tutum olmayacaktır. Leylâ Erbil denilince akla ilk olarak, Türk edebiyatında Ahmed Arif’in sevdiği kadın değil; Türk edebiyatının mihenk taşı kadın yazarlarından biri olduğu gelmelidir.
Kaynakça:
Baldan, G. A., & Akış, N. (2017). Flört şiddeti. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 43(1), 41-44.
Leylim Leylim: Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar. (31. bs.). (2012). Kızıler, R. (Ed). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.