Okumaz Yazmaz, kitaplığımızda kapladığı o ufacık boşluktan yüreğimize ulaşıp onu ele geçirebilecek bir etkiye sahip. Macar asıllı yazar Ágota Kristóf, kırk sayfaya ve on bir kısa bölüme sığdırdığı zorlu geçmişinin kapılarını samimiyetle bize aralıyor. Kristóf, her şeye en baştan, Macaristan’da yaşadığı mutlu yıllardan anlatmaya başlıyor. Dört yaşında okumayı öğrenen küçük Kristóf’un okuma tutkusuna en yakından tanık oluyoruz. Sonrasında yavaş yavaş yaşamının hüzünlü penceresi aralanıyor. Savaş, yoksulluk ve en sonunda kocası ve kucağında bebeğiyle göç etmek zorunda kalmasının zihninde bıraktığı izlerle yüzleşiyoruz âdeta. Ailesini, dilini, aidiyet hissini kaybederken aynı zamanda da kendisinin deyimiyle düşman bir dile karşı amansız bir savaşa girişiyor. Her şeye en baştan başlıyor; bambaşka bir dilde okumayı, yazmayı, konuşmayı öğrenmeye çalışıyor tıpkı dört yaşında olduğu gibi.

Okumaz Yazmaz, zorlu bir hayat hikâyesinin yanında hiçbir zaman pes etmemenin, her şeye rağmen sabırla yola devam etmenin en büyük örneklerinden biri. Kristóf, başardıklarının ardındaki zorlukları betimlemelerin ve mecazların arkasına saklamadan salt yalınlığı ve içtenliğiyle anlatarak kalbindeki derin hüznü bize fazlasıyla hissettiriyor. Öyle ki bu kısacık anlatıda kendimi neredeyse her sayfada satırların altını çizerken buldum.
1. “Okuyorum. Hastalık gibi bir şey bu. Elime ne geçerse, gözüm neye değerse okuyorum: dergiler, okul kitapları, ilanlar, sokakta bulduğum kâğıt parçaları, yemek tarifleri, çocuk kitapları. Kâğıda basılmış ne varsa.” (s.9)
2. “İşte böylece çok küçük yaşta, farkına bile varmadan, tamamen tesadüf eseri, iflah olmaz okuma hastalığına yakalanıyorum.” (s.10)
3. “Yazma isteği sonraları gelecek, beni çocukluğuma bağlayan gümüş iplik koptuğunda, kötü günler geldiğinde ve hatta, ‘Onları sevmiyorum,’ diyeceğim yıllar kendini gösterdiğinde.” (s.14)
4. “Annemden babamdan, oğlan kardeşlerimden ayrı düşüp yabancısı olduğum bir şehirde yatılı okula başlayınca, ayrılığın acısına dayanabilmek için tek bir çözüm kalacak bana.” (s.14)
5. “Ben de, bu zorunlu sessizlik saatlerinde, bir çeşit günlük tutmaya başlıyorum, kimse okuyamasın diye şifreli bir yazı bile icat ediyorum. Mutsuzluğumu, acımı, üzüntümü, akşamları beni yatağımda sessizce ağlatan her şeyi not ediyorum.” (s.16)
6. “En çok da kaybettiğim özgürlüğüme ağlıyorum.” (s.16)
7. “Dün, daha güzeldi her şey,
Ağaçlarda şarkılar,
Saçlarımda rüzgâr
Ve açılmış avuçlarında Güneş.” (s.17)
8. “Biz aktrisler, para ya da ikramları kayıtsızca kabul ediyoruz ama hepsi bir yana, en büyük ödülümüz insanları güldürmenin verdiği mutluluk oluyor.” (s.20)
9. “Başlangıçta yalnızca tek bir dil vardı. Bu dil nesnelerdi, şeylerdi, duygulardı, renklerdi, rüyalardı, mektuplardı, kitaplardı, dergilerdi.
Başka bir dilin var olabileceğini, bir insan evladının anlayamayacağım bir kelime telaffuz edebileceğini hayal bile edemezdim.” (s.21)
10. “Otuz yılı aşkın bir süredir Fransızca konuşuyorum, yirmi yıldır Fransızca yazıyorum ve bu dili hâlâ bilmiyorum. Hatasız konuşamıyorum, sık sık başvurduğum sözlüklerin yardımıyla yazabiliyorum ancak.
İşte bu nedenle, Fransızcaya da düşman dil diyorum. Bunun başka bir nedeni daha var, çok daha beter bir nedeni: Bu dil yavaş yavaş anadilimi öldürüyor.” (s.22)
11. “Şifreli yazılarımı tuttuğum hatıra defterimi ve ilk şiirlerimi Macaristan’da bıraktım. Erkek kardeşlerimi, annemi babamı, haber bile vermeden, bir veda bile etmeden geride bıraktım. Ama hepsinden de önemlisi o gün, 1956’nın o Kasım sonu, bir halka olan aidiyetimi kesin olarak kaybettim.” (s.28)
12. “Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de.” (s.31)
13. “Çöl burada başlıyor işte. Sosyal çöl, kültürel çöl. Devrim günlerinin ve kaçışın heyecanı yerini sessizliğe, boşluğa, önemli bir şeye hatta belki de tarihe tanıklık ettiğimiz duygusuna kapıldığımız günlere duyduğumuz özleme, memleket özlemine, aile ve arkadaş özlemine bırakıyor.” (s.33)
14. “Öncelikle yazmak gerekir, elbette. Sonra da yazmaya devam etmek. Kimsenin umurunda değilken bile. Kimsenin asla umurunda olamayacağı duygusuna kapılırken bile. Yazılmış kâğıtlar çekmecelerde birikirken ve diğerleri yazılırken unutulurken bile.” (s.35)
15. “İsviçre’ye geldikten beş sene sonra Fransızcayı konuşuyorum ama okuyamıyordum. Okuma yazma bilmediğim zamanlara dönmüştüm. Henüz dört yaşında okumayı söken ben.” (s.39)
16. “Bana bir kelimenin anlamını ya da yazılışını sorduklarında asla, ‘Bilmiyorum,’ demeyeceğim. ‘Bir bakayım,’ diyeceğim.
Ve bıkıp usanmadan sözlüğe bakacağım. Bir sözlük tutkununa dönüşeceğim.” (s.40)
17. “Fransızcayı, anadili Fransızca olan yazarlar gibi asla yazamayacağımı biliyorum, yine de yazabildiğimce, elimden geldiğince yazacağım.” (s.40)
18. “Bu dili ben seçmedim. Kader, rastlantılar, koşullar onu dayattı bana.
Fransıca yazmak, mecburum buna. Bu bir meydan okuma.
Okuma yazma bilmeyen birinin meydan okuması.” (s.40)
Kaynakça:
Kristóf, Ágota. Okumaz Yazmaz. İstanbul: Can Yayınları, 2023


