François Truffaut: Auteur Sinemasının Ustası

Editör:
Işılay Güzel Yılmaz

Yazı İçindekiler [hide]

François Roland Truffaut, 6 Şubat 1932 yılında evlilik dışı bir ilişkinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi Jeannie de Monferrand daha 17 yaşındaydı. Yahudi bir dişçi olan babası Roland Levy ile hiç tanışmadı. Annesi Truffaut’nun doğumundan kısa bir süre sonra mimar olan Rolan Truffaut ile evlendi. François, bir süre sonra anneannesinin yanına gönderildi. Anneannesinin ölümünün ardından tekrar annesinin yanına gitti. İstenmediğini fark etti. Bu yüzden ergenliği kitaplara gömülmüş bir şekilde acılarla geçti. 26 yaşında çektiği 400 Darbe filminde yaşadığı bu sıkıntılara değindi.

 

8 yaşında izlediği ilk film olan Paradis Perdu (Abel Gance) filminden çok etkilendi. Okuldan kaçarak sık sık sinemaya gitmeye başladı. 14 yaşına geldiğinde okulu bırakarak kendi kendine devam etmeye başladı. Filmleri çok seviyor ve bolca izliyordu. Sinema kulüplerine katılmıştı. 1948 yılında kendi sinema kulübünü açtı. Para kazanmak için ise marketlerde çalışıyordu. Cercle Cinémanie adlı sinema kulübüne konuşma yapmak için gelen dönemin ünlü film eleştirmeni André Bazin ile tanıştı. Tanışmalarının ardından yakın arkadaş oldular. O zamanlar Truffaut 16, Bazin 30 yaşındaydı. Bazin ile olan arkadaşlığının arkasında Truffaut’nun baba sevgisi vardı. Savaşa gitmeyi reddettiği için hapis yattığında onu Bazin kurtarmıştı.

“Yönetmen tüm yaşamında yalnızca bir film yapar. Sonra onu bir kaç yıl arayla parçalara böler.”

Cahiers du Cinema dergisinde film eleştirmeni ve sinema tarihçisi olarak çalışmaya başladı. 1954 yılında dergide yayınlanan makalesinde autuer teorisine değindi. Teori, iyi ve kötü filmlerin olmadığını, iyi ve kötü yönetmenlerin olduğunu savunmaktadır. Teoriye göre yönetmen ressam, film ekibi ise boyalar ve fırçalardı. Aynı yıl 2 tane kısa film çekmiştir. 1956 yılında Roberto Rossellini‘nin yanında asistanlık yapmaya başladı. 1957 yılında ise Les Mintos filmini çekti. 1959 yılına geldiğimizde Fransız Yeni Dalgasının öncüsü olacak olan ve çocukluğunu anlattığı 400 Darbe filmini çekti. Bu filmle Cannes’da En iyi Yönetmen ödülünü alarak adını tüm dünyaya duyurdu. 1960 yılında kendisi gibi yeni dalganın önemli temsilcilerinden olan Jean-Luc Godard’ın Breathless adlı filminin senaryosuna katkıda bulundu. Aynı yıl Shoot The Pianist ve The Army Game adlı filmleri çekti. 1962 yılında Alfred Hitchcock ile yaptığı söyleşi “Le Cinéma Selon Alfred Hitchcock” adıyla yayımdandı.

“Günde 3 film, haftada 3 kitap ve güzel müzik albümleri beni ölene kadar mutlu etmeye yetebilir.”

1962 yılına geldiğimizde, iki farklı erkeğe âşık olan bir kadının hikâyesinin anlatıldığı Jules and Jim adlı filmi ile birçok ödül aldı. 1966 yılında Fahrenheit 451, 1968‘de Stolen Kisses ve 1970 yılında The Wild Boy adlı filmleri yönetti. Çocukluk, keder, kadınlar, sinemasının temel ögeleriydi. Filmleri kimi zaman karanlık olurken kimi zaman dönemin popüler konularını ele alıyordu. 1973 yılında La Nuit Américaine adlı filmiyle En İyi Yabancı Film Oscar’ını aldı.

François sadece kamera arkasında çalışmadı. 1959-1978 yılları arasında kendi filmlerinde küçük rollerde oynadı. Close Encounters of the Third Kind (Steven Spielberg) filminde Fransız bir bilim adamını canlandırmıştı. 1983 yılında The Little Teif adlı filminin üzerinde çalışırken maalesef beyin tümörü yüzünden hayata gözlerini yumdu. Claude Miller, filmi 1988 yılında tamamladı.

“Bana sık sık filmlerle olan bu tutkulu ilişkimin hangi dönemecinde yönetmen veya eleştirmen olmaya karar verdiğim sorulur. Gerçekten bilmiyorum. Tek bildiğim filmlere git gide daha yakın olmayı istediğim.”

Auteur Kavramı

“Her yönetmenin kendine has üslubuna itina ile yaklaşılır çünkü bu yaklaşım sayesinde bir filmin özü dediğimiz; o görüntünün altında yatan anlama ulaşmak mümkün olacaktır. Yönetmenin özgün söylemi, gerçekliğe ve sinemaya bakışı filmlerinde saklıdır. Her film onu var eden yönetmenin kişiliğinin parçasıdır.” -Şükran Esen Kuyucak

Fransa’nın 1920’li yıllarında geçen auteur kavramına göre filmin yapım aşamasında yönetmenin görüş açısı ön planda tutulur. Eğer filmi yazan ve yöneten aynı kişi ise bu kavramdan bahsedilir. Ancak 1950’li yıllara geldiğimizde kavrama yeni bir bakış açısı getiriliyor. Yönetmen, yazılı bir metni perdeye aktaran kişi olmasının yanı sıra, sanatsal yönünü filme aktarması, var olan kavrama yeni bir yaklaşım getirir. Bu yeni yaklaşımla beraber Fransız sinemasında Yeni Dalga akımı bir başkalaşım sürecine girer.

Truffaut’nun Cahiers du Cinema dergisinde çıkarmış olduğu “Fransız Sinemasının Belirli Bir Eğilimi” adlı yazısında, Fransız filmlerindeki senaryoların ve diyalogların ne kadar kaliteli olması gerektiğindeki önemsenmeleri eleştirir. Ona göre filmlerin, ticari başarıları haricinde hiçbir etkileyici yanları yoktur. Bu yazısıyla birlikte “Yaratıcı Yazarlar Politikası” adlı yeni bir yaklaşım getirir. Amerikalı eleştirmen Andrew Sarris tarafından bu ad kısaltılarak auteur adını alır. Sarris; auteur kavramını tanımlarken yaratıcı, yazar anlamında kullandığının altını çizmiştir.

Daha basite indirgeyecek olursak auteur kavramı için şunları söyleyebiliriz: Kendine ait tarzı olan yönetmenlere auteur deriz. Alfred Hitchcock, Stanley Kubrick, Christopher Nolan, Wes Anderson, David Fincher, Martin Scorsese gibi isimler auteur yönetmenlerdir. Bu insanların filmlerini 100 metre öteden anlayabiliriz. Filmlerin onlara ait olduğunu, isimlerini çıkmadan da biliriz.

“Bir romanı bir kişi yazar. Bir senfoniyi bir kişi besteler. Bir filmi de bir kişinin yapması önemlidir.” -Stanley Kubrick

KAYNAKÇA

  • Burcu Güven Çitoğlu “Auteur Teori Açısından Pirselimoğlu Sineması’nın İncelenmesi” Marmara Üniversitesi. Web 2019
Nur Sarıoğlu
Nur Sarıoğluhttps://twitter.com/nrozges
Merhaba ben Nur. Sinema bölümünde okuyorum. Annem hem bir şair hem de bir sinefildi. Çocukken bu huyuna o kadar hayran kalırdım ki yavaş yavaş etkilenmeye başladım. Önce bir masal yazdım sonra bir öykü ve tiyatro oyunu sonra senaryo ve en sonunda izlediğim filmlerin eleştiri ve analizini. Elbette bunları hep amatörce yaptım. Şuan ise Söylenti Dergi'de içerik yazarıyım.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Amerikan Edebiyatında Ünlü Hikâye Yazarları

Amerikan kısa hikâyeciliği, bireysel ve toplumsal gerçekleri derinlemesine işleyerek edebiyatta kalıcı izler bırakmıştır.

Toni Morrison Eserlerinde Kadınlara Yönelik Baskının İşlenişi

Toni Morrison'un eserlerinde kadınlara yönelik ırk ve cinsiyet temelli baskıları ve mücadeleleri inceliyoruz!

The Silence of the Lambs: 90’ların Unutulmaz Korku Filmi

90'lara ve sonrasına damga vuran The Silence of the Lambs filmini ve etkileyici karakterlere hayat veren başrol oyuncularını kısaca tanıyalım.

Tomorrowland Masalı: Belçika’nın Ritimleri

Tomorrowland, bir hayalin mekâna dönüşmüş hali, müziğin ülkeleri aştığı bir geçit töreni, Belçika’nın yeşil kalbinde atmaya devam eden dev bir masal.

Dope Thief Dizi İncelemesi : Sahte Rozet, Gerçek Aksiyon

Sahte DEA rozetleriyle karanlığa dalan Ray ve Manny'nin nefes kesen hikayesi Dope Thief'i mercek altına aldık!

Zülfü Livaneli – Güneş Yine Doğacak | Şiir Tahlili

Zülfü Livaneli’nin 2013 yılında yayımladığı “Güneş Yine Doğacak” adlı şiiri; barış, eşitlik ve kardeşlik temaları edebi ve simgesel açıdan ele alır.

Hal Hal: Barış Manço’nun Neşeli Bir Mirası

Bu yazıda, "Hal Hal" albümünün müzikal yapısını ve yıllar boyu bizlerde bıraktığı etkiyi inceliyoruz.

Pop Rock Türüne Ait En İyi 12 Yabancı Şarkı

Pop rock türüne damga vurmuş 12 muhteşem parça sizlerle.

Stil İkonu Prenses Diana: Moda Tarihine Geçen Görünümler

Kalplerde taht kuran Prenses Diana’nın özgün seçimleri ve zamansız zarafeti…

Sinema ve Renk Psikolojisi: Filmlerde Renk Kullanımı İzleyiciyi Nasıl Etkiliyor?

Sinemada renkler anlatımı derinleştirerek izleyicinin duygu ve düşüncelerini etkiler. Bu, filmle kurulan bağı güçlendirir ve anlamın görsel yolla aktarımını sağlar.

Editor Picks