Şiddet bireysel bir olgu değil, toplumsal bir aynadır. Ona baktığımızda, çözümsüz bıraktığımız sorunları, görmezden geldiğimiz gerçekleri ve bastırdığımız öfkeleri görürüz. İnsanlığın en eski dili olan şiddet, toplumsal adaletsizlik, eşitsizlik ve umutsuzluğun sistematik bir sonucudur. Öyle ki, şiddetin geçmişi insanlık tarihi kadar eski olduğundan, bu olgunun insan türünün doğal bir özelliği olduğu yönünde yorumlar yapılmasına ortam sağlamıştır. Bilinçli bireyler tarafından, insan onuruna yaraşır bir yaşamın savunulması gerektiği inancı taşınmakta ve şiddetin her koşulda karşısında durulmasının hem bir sorumluluk hem de zorunluluk hali olduğu kabul edilmektedir.
Şiddetin yalnızca fiziksel değil, bakışlarda, sözlerde, sessizlikte ve hatta sistemde gizlendiği bilinmektedir. Kadına, çocuğa, hayvana, doğaya ve farklı olana yönelen her türlü şiddetin suç olduğu ve hiçbir bahane ile mazur görülemeyeceği apaçık bir gerçektir. Ayrıca şiddet, hiçbir gelenek, bahane, inanç ya da kültür ile meşrulaştırılamayacak bir olgudur.
Şiddetsiz bir toplum ancak empati, adalet, eşitlik gibi ilkelerin varlığı ile mümkündür. Bu nedenle güçlüden değil haklıdan yana olan, sessiz kalmayan ve görmezden gelmeyen toplumların, bu konuda çözümcü bir adım atabileceği bilinmektedir. İnsanlar, diliyle, düşüncesiyle ve eylemiyle şiddeti yücelten her yapıya karşı birlikte durmalı ve yaşamı savunmalıdır. Çünkü bilinmektedir ki, sessizlikle korunan bir düzen, ancak kararlı bir karşı duruşla yıkılabilir.
Çok Yüzlü Bir Tehdit: Şiddetin Türleri ve Hedefleri

Şiddet, insanın var olduğu her dönemde farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. insanlık dışı davranışların bir sonucu olan şiddet, henüz uygarlaşamamış toplumların başvurduğu ilkel bir uygulama olarak varlığını sürdürmüştür. Dünya Sağlık Örgütü (2002) tarafından ise şiddet “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığı bulunması” olarak tanımlanmıştır.
Tarihsel süreçte, şiddetin yorumlanışı dönemsel özelliklere bağlı olarak değişiklik göstermiş; kimi zaman bazı unsurlar şiddet sebebi olarak sunularak meşrulaştırılmış, kimi zaman ise bu eylemlerin cezalandırılması gerektiği kabul edilmiştir. Özellikle bazı bireylerin şiddeti oluşturan davranışları şiddet olarak tanımlayamaması, zamanında müdahale edilmesini zorlaştırmış ve şiddetin sürekliliğini beslemiştir. Ancak sunulan hiçbir gerekçe, şiddeti haklı ve meşru kılmamaktadır.
Teknoloji ve iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte, şiddet daha görünür hale gelmiş; yıllarca aile içi ilişkilerde “terbiye” adı altında sürdürülen sistematik şiddet su yüzüne çıkarılmış ve bu tabular büyük ölçüde kırılmıştır. Ancak bu ve benzeri inanışlar, uzun süre boyunca şiddetin hem kamu hem de özel alanlarda meşru görülmesine, gizlenmesine ve yeniden üretilmesine neden olmuş; dolayısıyla normal kabul edilmesine yol açmıştır.
Genel olarak şiddet, güçlüden güçsüze yönelen bir seyir izlemektedir. Bu yüzden şiddet, sadece bireysel bir sorun değil; aynı zamanda ciddi bir insan hakları ihlali konusudur. Toplumların sağlıklı nesiller yetiştirebilmesi için çözülmesi gereken en temel sorunlardan biri, şiddettir. Ne yazık ki, şiddetin yalnızca az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yoğunlaştığı düşünülse de, bu yaygın bir yanılgıdır. Gerçekte, gelişmiş ülkelerde de özellikle kadına ve çocuğa yönelik şiddet oldukça yaygındır. Türkiye’de ise son yıllarda artan cezasızlık algısı, faillerin cezalandırılmadığı her sistemde olduğu gibi, mağduriyetlerin ve şiddet vakalarının da artmasına yol açmıştır. Aynı zamanda şiddet, çok yönlü bir olgudur ve toplumsal, ekonomik, kültürel ya da bireysel nedenlere dayanabilir. Genel olarak, kişinin kendine, bir başkasına ya da toplu hâlde bir gruba yönelttiği davranışlar olarak sınıflandırılabilir. Maruz kalınan gruplara göre; kadına şiddet, çocuğa şiddet, yaşlıya şiddet, engelli bireylere şiddet, LGBT+ bireylere yönelik şiddet, akranlar arası şiddet, kişinin kendine yönelttiği şiddet ve flört şiddeti gibi türlerden söz edilebilir. Uygulama biçimlerine göre ise şiddet; fiziksel, cinsel, duygusal, ekonomik ve dijital şiddet gibi farklı kategorilere ayrılmaktadır. Bu çeşitlilik, şiddetin önlenmesi ve müdahalesinde çok yönlü ve kapsamlı yaklaşımlar gerektirdiğini ortaya koymaktadır.
Yuvayı Kim Yapıyor? Kadına Biçilen Roller ve Şiddetin Meşrulaşması

Kadına yönelik şiddet, yalnızca bireysel bir sorun değil, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve tarihsel kökleri derinlere uzanan yapısal bir eşitsizlik ve güç dengesizliğinin sonucudur. Birleşmiş Milletler(1993) bu konuyu “erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğine ve kadınlara yönelik ayrımcılığa neden olan; kadınların tam gelişimini engelleyen, kadınlar ve erkekler arasındaki tarihsel ve eşitsiz güç ilişkilerinin bir göstergesi” olarak tanımlamıştır.
Ataerkil toplumsal yapıların şekillendirdiği geleneksel aile düzeninde, kadına çoğu zaman “korunmaya muhtaç” bir figür rolü biçilirken; erkeğe bu korumayı sağlama adı altında tahakküm kurma hakkı tanınmıştır. Hatta kadına karşı oluşan bu olumsuz tutum sonucu kadının yaradılıştan eksik bir varlık olduğu yanılgısı; zamanla kadının fiziksel, duygusal, psikolojik ve ekonomik şiddete maruz kalmasını meşrulaştıran bir zemine dönüşmüştür. Aile yapısı her ne kadar kadın ve erkek bireyin birlikteliğinden meydana gelse de geleneksel kalıplar aracılığıyla, örneğin; “Yuvayı dişi kuş yapar” söylemiyle kadına yüklenen aile içi sorumluluklar, toplumsal cinsiyet rollerine bağlı olarak yalnızca görev değil, aynı zamanda kadının karşılıksız fedakârlık yapmasının doğal bir sonucu olarak görülmüştür. Günümüzde kadın, bir yandan modern dünyanın ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarına katılmaya çalışırken; diğer yandan geleneksel rollerin dayattığı annelik, bakım ve ev içi yükümlülükleri yerine getirmeye zorlanmakta, bu da onun sürekli bir ikilem ve baskı altında kalmasına yol açmaktadır. Böylece kadına yönelik şiddet, yalnızca bir fiziksel eylem değil, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sürdürülebilirliğini sağlayan çok katmanlı bir baskı mekanizması hâlini almaktadır.
Kadınların maruz kaldığı cinsiyet temelli şiddet yalnızca eş şiddetiyle de sınırlı değildir; bu durum, yaşamın her aşamasında farklı biçimlerde kendini gösteren bir döngü haline gelmiştir. Henüz doğmadığı dönemde cinsiyet seçimine bağlı kürtajlar, annenin hamilelikte fiziksel şiddete uğraması ve savaş ortamlarında hamile bırakmak amacıyla tecavüz gibi durumlar yaşanabilmesi; bebeklikte kız çocuklarının duygusal ve fiziksel istismara uğrayabilme ihtimali, sağlık ve beslenme olanaklarından mahrum bırakılabilmesi; çocukluk ve ergenlik dönemlerinde kadın sünneti, ensest, cinsel şiddet, fuhşa zorlanma, temel ihtiyaçlara erişimin engellenmesi gibi şiddet türleriyle karşılaşılırken; ergenlikte ayrıca iş yerinde cinsel saldırı gibi olaylar da görülebilir. Üreme çağında eş şiddeti, evlilik içi tecavüz, namus cinayeti gibi ciddi tehditlerle karşılaşılabilir. Yaşlılıkta ise kadınlar dul kalmaları ya da yaşlı olmaları nedeniyle fiziksel, duygusal ve cinsel şiddete maruz kalabilir. Tüm bu örneklerden yapılabilecek çıkarım sonucunda; süreç, cinsiyet temelli şiddetin kadınların hayatını kuşatan devamlı bir sorun olduğunu göstermektedir.
Çocuklarda Şiddetin İzleri: Geleceğe Gömülen Umutlar

Çocuklar, çoğu zaman şiddetin yalnızca tanıkları değil, doğrudan ve dolaylı yani aktif mağdurlarıdır. Fiziksel istismar, duygusal baskı, ihmal ya da tanık olunan şiddet olayları, çocukların ruhsal dünyasında derin yaralar açar. Şiddet gören ya da şiddete şahit olan bir çocuğun, ileriki yaşamında özgüven eksikliği, davranış bozuklukları, akademik sorunlar ve hatta şiddet eğilimi yaşama olasılığı oldukça yüksek bir hale geliyor. Çünkü şiddet, sadece cana değil, kişiliğe ve geleceğe de kast eder. Aile içinde kadına yönelik şiddete tanık olan çocuklarda duygusal, fiziksel ve gelişimsel sorunlar ortaya çıkabilir. Araştırmalar, annenin şiddet görmesinin çocuğun zihinsel sağlığını da olumsuz etkileyebileceğini göstermektedir. Ayrıca, bu çocuklarda psikolojik ve davranışsal problemler sık görülmekte, bazı örneklerde beslenme bozuklukları da tespit edilmektedir. Annenin çocuğa yönelik şiddeti ise bağışıklık sistemini olumsuz etkilemektedir. Aile içi şiddetin yaşandığı ortamlarda büyüyen çocuklar dolaylı olarak zarar görmekte; korku, sinirlilik, içe kapanma, anksiyete, uyum ve özgüven sorunları gibi belirtiler göstermektedir. Çocuğa yönelik şiddet, çoğunlukla ebeveynler arasındaki güç çatışmasının, baskının ya da çözülememiş öfkenin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu durum, çocuğun hem fiziksel hem de psikolojik gelişimini sekteye uğratır. Çocuklukta aile içi şiddete maruz kalan ya da şiddete tanık olan bireylerin, yetişkinliklerinde şiddet davranışlarına daha yatkın olduğu da bilimsel araştırmalarca desteklenmektedir. Şiddet ortamında yetişen çocuklar için, “şiddet” zamanla olağan bir davranış biçimi hâlini alır ve bu da şiddetin kuşaklar boyunca sürmesine neden olur. Çünkü çocuklar önce annelerini, sonra babalarını model alır; ebeveynin şiddete verdiği tepki ya da sessizlik, çocuk için bir kopya davranışa dönüşür.
Şiddete ilişkin yapılan çalışmalarda en öne çıkan konu şiddet kısırdöngüsüdür.
İstismara uğramış çocuklar istismarcı olurlar, şiddet kurbanları daha sonra şiddet
suçlusu olurlar. Çocukluğunda ihmal ve istismar edilmiş çocuklarda suça yönelme ve
yetişkinlikte suça yönelme riski artmaktadır (Özaltın,2001:112)
Günümüzde birçok ebeveyn, özellikle babalar, çocuklarıyla zaman geçirmektense, sadece maddi ihtiyaçlarını karşılamayı yeterli görmektedir. Bu durum, çocukların duygusal ihtiyaçlarının göz ardı edilmesine ve gelişim sürecinde sağlıklı modellerden yoksun kalmalarına neden olmaktadır. Oysa çocuk, en başta bir bireydir; ilgiye, güvene ve sevgiye ihtiyaç duyar. Şiddet, yalnızca fiziksel zarar vermekle sınırlı değildir. Bugün çocuğa yönelik şiddet, fiziksel, duygusal, cinsel ve ekonomik olmak üzere dört temel başlık altında değerlendirilmektedir. Dövmek, sigara ile yakmak, kilitlemek ya da yetersiz beslenmeye maruz bırakmak gibi eylemler fiziksel şiddetin açık örnekleriyken; aşağılama, tehdit, ilgisizlik gibi davranışlar da duygusal şiddet kapsamında değerlendirilmektedir. Cinsel istismar ise en ağır ve en yıkıcı şiddet türlerinden biridir; çocuğun karşı cinsel herhangi bir saldırı ile ilgili her türlü davranışı içerir ve ciddi psikolojik travmalara yol açar. Ekonomik şiddet ise çocuğun temel ihtiyaçlarının karşılanmaması ya da küçük yaşta çalışmaya zorlanmasıyla kendini gösterir. Tüm bu şiddet biçimleri, çocuğun özgüvenini, dünyaya güvenini ve sağlıklı bir birey olma potansiyelini zedeler. Görmezden gelinen her şiddet, büyüyen bir yara; sessiz kalınan her çığlık ise başka bir çocuğun karanlığa itilişidir.
“Döver de Sever de“ Yalanı: Ailede Şiddetin Meşrulaştırılması

Aile içi şiddet, toplumun en küçük birimi olan ailede, bireyler arasında gerçekleşen kişilerarası bir şiddet türüdür. Bu şiddet, aşağılama, zorlama, güç kullanma ve kısıtlama gibi çeşitli biçimlerde kendini gösterir. Aile, bireyin aidiyet duygusunu ilk kez deneyimlediği ve sosyalleştiği ilk ortam olduğu için, burada yaşanan şiddet ya da şiddete tanıklık etmek, bireyin diğer sosyal alanlarına da yansır. Bu nedenle, aile içi şiddet yalnızca bireysel değil, toplumsal bir sorun olarak değerlendirilmelidir. Aile içi şiddet, kadına ve çocuğa yönelik şiddetin kesişim noktasıdır ve toplumdaki en derin yaralara yol açan sorunlardan biridir. Çocuklarına şiddet uygulayan kişilerin, genellikle erken yaşta evlendikleri ve yine erken yaşta çocuk sahibi oldukları, geniş bir aile yapısından geldikleri, sosyal çevrelerinin sınırlı olduğu ve düşük zeka özellikleri gösterdikleri belirtilmektedir. Ayrıca, çocuğa şiddet uygulayan ebeveynlerle eşlerine şiddet uygulayan erkeklerin benzer özellikler taşıdığı görülmektedir. Kadına ve çocuğa yönelik şiddet genellikle aynı evde iç içe geçer; bu durum, birbirini besleyen, pekiştiren ve zemin hazırlayan dinamiklere sahiptir. Eşine şiddet uygulayan birey, genellikle çocuklarına da şiddet gösterir; bu ortamda büyüyen çocuk ise şiddeti normalleştirerek nesiller boyu devam eden bir döngü yaratabilir. Aile içi şiddetin önlenmesi ise sadece kadın ve çocukların değil, tüm aile bireylerinin güvenliğinin sağlanmasıyla mümkün olur.
Türkiye’de artan hayat pahalılığı ile gelen ekonomik sıkıntılar, aile geçimini sağlayan erkekler üzerinde büyük bir stres yaratıyor; bununla birlikte, gelen başarısızlık duygusu ile ruhsal rahatsızlıkların bir araya gelmesi erkekleri çıkışsız bir ruh haline sürüklüyor. Bunun yanında, bir de ataerkil sistemde erkekler, eşlerini ve çocuklarını bir birey olarak değil, “mülkü” gibi gördüğünden, kendisi yoksa onların da yaşamasının anlamı kalmayacağı şeklinde hastalıklı sanrılara kapılıyor. Bu sebeple ailede şiddet en çok kadınlara ve çocuklara yönelik bir hal almıştır. Kadın ve çocuklar, ailede diğer fertlere göre kendilerini savunmakta daha güçsüzdür ve bu nedenle şiddete karşı daha savunmasızdır. Geleneksel sistemin aile düzenine bakışı, kadın ve çocuğun varlığını neslin devamı ve toplumsal düzen için temel kabul eder. Aşırı şiddet uygulayan ebeveynler çoğunlukla kendi çocukluklarında büyük şiddet mağdurları olmuş kişilerdir; bu yüzden aile içi şiddet, toplum sağlığını tehdit eden, “gizli ve üstü örtülü bir salgın” niteliğindedir. Buna rağmen, şiddetin aile içinde normalleşmesi; beden dili, sözel ifadeler ve sosyal kalıplarla desteklenerek kültürel bir değer haline gelmiştir. “Kocandır döver de sever de”, “Kol kırılır yen içinde kalır” gibi sözler, şiddet ardından “hak etti” gibi söylemler mağdurun yaşadığı şiddeti kendi hatasıymış gibi algılamasına neden olur. Bu bağlamda, kadına yönelik tutum ve şiddetin, aile ve sosyal çevre tarafından öğrenilen davranışlar olduğu söylenebilir. Medya ve dizilerin şiddeti sıradanlaştırması, öfkeli erkek figürlerinin ve kavga sahnelerinin bilinçaltına işlenmesi, toplumu duyarsızlaştırmıştır. Ayrıca cezasızlık sorunu, şiddet uygulayanların genellikle hafif cezalarla kurtulması ya da hiç ceza almaması ile birlikte, “şiddet uygularsam bir yaptırımı olmaz” algısını güçlendiriyor.
İç İçe Geçmiş Sorunlar, Ortak Hayatlar: Aile İçi Şiddetin Katmanları

Kadına ve çocuğa yönelik şiddet, aynı yapı içerisinde genellikle aynı fail tarafından uygulanan, iç içe geçmiş ve yapısal bir sorundur. Bu durumun temelinde, ekonomik sorunlar, toplumsal baskılar, ataerkil normlar ve cezasızlık sorunu yer almaktadır. Şiddetin yalnızca bireysel değil, kültürel ve kurumsal boyutları da olduğu açıktır. Kadına ve çocuğa yönelik şiddetin, aynı evde birlikte yaşanması, travmanın etkisinin katlanarak bir sonraki kuşağa aktarılmasına neden olur. Bu nedenle, müdahale ve koruma mekanizmaları birlikte çalışmalı; 6284 sayılı Kanun, Çocuk Koruma Yasası gibi düzenlemeler etkin ve bütüncül biçimde uygulanmalıdır. Türkiye’de mevcut yasal altyapı bu mücadele için önemli olanaklar sunsa da, uygulamada ciddi sorunlar yaşanmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme gibi adımlar, bu alandaki milletlerarası işbirliğini ve güçlü standartları zayıflatmıştır. Bu nedenle, hukukun uygulanması ve erken müdahale mekanizmaları noktasında güçlendirme politikaları artırılmalıdır. Ayrıca, şiddeti doğuran toplumsal cinsiyet rollerinin dönüştürülmesi amacıyla eğitim sistemine ve medya diline müdahale edilmesi, kadınların ekonomik ve sosyal bağımsızlığının desteklenmesi şarttır. Şiddetle mücadele, yalnızca yasaların varlığıyla değil, aynı zamanda toplumun tüm katmanlarında eşitlik ve adalet olgusunun doğru şekilde yerleşmesiyle mümkün olabilir.
Geçmişi Onarmak, Geleceği Kurmak: Ailede İyileşmenin Gücü

Toplumsal cinsiyet rolleri, özellikle ataerkil düzenin hâkim olduğu toplumlarda, şiddetin yönünü ve hedefini doğrudan şekillendiren temel etkenlerdendir. Otoriter erkek figürü, evin reisi, karar vereni ve denetleyicisi olarak konumlandırıldığında, bu güç çoğu zaman fiziksel ya da psikolojik şiddet yoluyla uygulanmakta ve toplumsal normlar yanında meşru görülmektedir. Bu çarpık düzenin en büyük mağdurları ise çoğunlukla kadınlar ve çocuklardır. Ekonomik, duygusal ve fiziksel olarak bağımlı kılınan kadın ve çocuklar, bu şiddet döngüsünün içinde kendilerini çaresiz ve sıkışmış hissederler. Kadına yönelik şiddette olduğu gibi, çocuğa yönelik şiddette de adli ve idari mekanizmaların yetersizliği ve tepkisizliği, şiddeti görünmez kılar ve çoğu zaman faillerin cezasız kalmasına neden olur. Bu nedenle, yalnızca bireysel çözümler yeterli değildir.
Şiddetin önlenmesinde eğitimin rolü de son derece belirleyicidir. Toplumsal farkındalığı artırmaya yönelik eğitimler, toplumsal cinsiyet eşitliğini merkeze alan yaklaşımlar ve okullarda uygulanabilecek, şiddet farkındalığı ve şiddeti önleme çalışmaları, hem kadının hem çocuğun şiddetten korunmasına katkı sağlar. Bu noktada, toplumun en küçük birimi olan aileye özel bir önem atfedilmelidir. Çünkü aile, bireyin ilk eğitimi aldığı, davranış kalıplarını benimsediği, duygu ve düşünce dünyasının ilk kez şekillendiği yerdir. Bu şekillenme süreci, bir önceki neslin kültürel kodlarının aile aracılığıyla aktarılmasıyla başlar. Aile, kültürün temel taşıyıcısıdır ve bireyin kişilik gelişimi üzerindeki etkisi yaşam boyu sürebilir. Sosyal çevre, okul ve medya gibi diğer etkenler bireyin dünyaya bakışını genişletip değiştirse de, aileden alınan ilk kodlar her zaman daha baskın ve belirleyici kalır. Fiziksel bağlar kopsa bile duygusal ve zihinsel bağların devam etmesi, ailenin birey üzerindeki etkisinin ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Bu nedenle, kadın ve çocukların birlikte şiddetten çıkışı ve iyileşme süreci de yine aileden başlamak zorundadır. Psikolojik destek, güçlenme programları ve topluma yeniden aktif katılım, bu sürecin vazgeçilmez adımlarıdır. Şiddetin olağanlaştırılmadığı, bireylerin eşit ve güvenli koşullarda yaşadığı bir toplumu inşa etmek, ancak bu çok katmanlı ve kapsayıcı bir anlayışla mümkün olabilir.
Kadına ve çocuğa yönelik şiddete karşı düzenlenen yürüyüşler ve eylemler, toplumsal farkındalık yaratma ve kamuoyu oluşturma açısından önemli bir konuma sahiptir. Şiddetin bireysel değil, kamusal bir sorun olduğunu vurgulayan bu eylemler, medya aracılığıyla geniş kitlelere ulaşarak kişilerarası duyarlılığı artırmada önemli bir yer tutmaktadır. Aynı zamanda şiddete uğrayan bireylerin yalnız olmadığını hissettirir, yardım isteme cesaretini artırır ve toplumsal dayanışmayı güçlendirir. Bu sayede kadın ve çocuk hakları savunucularına daha etkili bir çalışma alanı açılır. Yürüyüşler, muhataplarında baskı oluşturur örneğin; İstanbul Sözleşmesi gibi düzenlemelerin gündeme gelmesinde veya çocuk istismarına karşı hukuki düzenlemelerin ağır tutulmasında kamuoyu baskısı etkili olmuştur. Bununla birlikte, bu eylemler kültürel dönüşüme de katkı sağlamaktadır. Şiddetin normalleştirilmesine karşı durarak, özellikle gençlerde farkındalık yaratır ve toplumsal değerler ve algıların değişmesine yardımcı olur. Kısacası, bu tür eylemler sadece protesto değil, aynı zamanda adaletin ve insan haklarının savunulmasında etkili araçlardır. Sessizliği bozar, görünürlüğü artırır ve toplumsal dönüşüme zemin hazırlar.
Ancak unutulmamalıdır ki, bu mücadele tek bir kurumun, grubun ya da bireyin omuzlarına yüklenemeyecek kadar kapsamlıdır. Toplumun her kesiminin, devlet kurumlarının, eğitimcilerin, sivil toplum kuruluşlarının ve medyanın sorumluluk alması ve ortak hareket etmesi gereklidir. Aksi takdirde, şiddetin nesiller boyunca devam eden karanlık döngüsü kırılmayacak; aile içinde yaşanan acılar ve kayıplar toplumun geleceğini tehdit etmeye devam edecektir. Bu nedenle, şiddetsiz bir toplum için herkesin aktif ve bilinçli bir şekilde katkı sunması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır; çünkü gerçek değişim ancak bu ortak çaba ve kararlılıkla sağlanabilir.
KAYNAKÇA:
*Şenol, Dolunay ve Mazman, İbrahim. “Çocuğa Uygulanan Şiddet: Türkiye Özelinde Sosyolojik Bir Yaklaşım”. DergiPark.org.tr. WEB. 25.06.2025
*Doğrucan, Ayşegül ve Yıldırım Zahide. “KADINA YÖNELİK AİLE İÇİ ŞİDDET ÜZERİNE BİR İNCELEME”. DergiPark.org.tr. WEB. 26.06.2025
*Harcar, Tijen ve Çakır, Özlem ve Sürgevil, Olca ve Budak, Gönül. “Kadına Yönelik Şiddet ve Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddetin Durumu”. DergiPark.org.tr. WEB. 26.06.2025
*SARIOĞLU, Elif Başak. “SOSYAL MEDYADA ADALET KAVRAMI: KADINA VE ÇOCUĞA YÖNELİK ŞİDDETİN SOSYAL MEDYADAKİ YANSIMALARI”. Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi. WEB. Sayı 45, 2020, sayfa 291-317.
*Afşar Taşdemir, Selda. “Kadına Yönelik Şiddetin Unutulan Özneleri: Sığınma Evinde Kalan Çocuklar”. DergiPark.org.tr. WEB. 02.07.2025
*Gökkaya Bilican, Veda. “KADINA ŞİDDET VE GÖLGESİNDEKİ ÇOCUK”. Researchgate.net. WEB. 28.06.2025
*Algan, Gülçin ve Kaya, Saibe Özlem. KADINA KARŞI EVLİLİK İÇİ ŞİDDETİN ÇOCUĞA YANSIMASI VE ÇOCUĞUN ŞİDDETTEN KORUNMA HAKKI”. Researchgate.net. WEB. 28.06.2025
Yıldırım, Şeyda. “AİLE İÇİ ŞİDDETİN ÇOCUKLARIN YAŞAM KALİTESİNE ETKİSİ”. Researchgate.net. WEB. 28.06.2025