Bağımsız sinema; sinemayı yalnızca eğlence olarak değil, bir ifade biçimi olarak görenlerin evidir. Bağımsız filmler, büyük stüdyoların baskılarından uzak, düşük bütçelerle, klişelere boyun eğmeden nasıl sahici hikâyeler anlatılabileceğini kanıtlamıştır. 1990’ların iz bırakan birbirinden farklı tema ve türden bağımsız filmlerini sizler için derledik. İyi seyirler!
Pulp Fiction (1994) – IMDb: 8,8
Yönetmen: Quentin Tarantino

Bağımsız sinema denince akla gelen ilk isimlerden biri kuşkusuz Quentin Tarantino’dur. Pulp Fiction ise onun geniş kitlelerce tanınmasına vesile olan suç filmidir. 7 dalda Oscar’a aday gösterilmiş, ”En İyi Orijinal Senaryo” Oscar’ını almıştır. Pulp Fiction, birbirinden bağımsız gibi görünen ama büyük resme bakıldığında anlam kazanan iç içe geçmiş hikâyelerden oluşur. Bu hikâyeler; mafya tetikçileri, bir boksör, mafyanın karısı ve âşık bir çiftin soygunu üzerinden kesişen hayatları anlatır. Kronolojik olarak ilerlemeyen film zaman algımızla oynar. Aynı zamanda uzun diyalogları, kanlı sahneleriyle izleyiciyi ekrana kilitler. Yılların eskitemediği Tarantino harikası bu film, bizi kader, rastlantı, güç, ahlak temalarıyla özgün bir yolculuğa çıkarıyor.
Before Sunrise (1995) –IMDb: 8,1
Yönetmen: Richard Linklater

Before Sunrise, iki gencin tren yolculuğunda tanışıp Viyana sokaklarında birlikte bir gün geçirmelerini konu alır. Ethan Hawke (Jesse) ve Julie Delpy’nin (Celine) arasındaki uyum Jesse ve Celine’nin hızlıca kurduğu yakınlık ve romantik ilişkiyi bize daha da güçlü hissettirir. İlişkiler hakkında ,kendileri hakkında duygu ve düşüncelerini paylaşan bu iki yabancı, insana trende rastgele tanıştığı birine âşık olma hayalleri kurdurtuyor. Before Sunrise bugün hâlâ umutsuz romantiklerin favorisi olmaya devam ediyor.
Welcome to the Dollhouse (1995) – IMDb: 7,3
Yönetmen: Todd Solondz

Welcome to the Dollhouse, 11 yaşındaki Dawn’ın (Heather Matarazzo) zorlu ergenlik döneminde yaşadığı zorlukları konu alır. Dawn’ın popüler olma hayalleri, ilgi görme, sevilme isteği, okulda arkadaşlarının onu dışlaması ve evde ailesiyle yaşadığı problemlerle birlikte suya düşer. Ergenliğin acımasız ve sert yönünü kara mizahla bizlere sunan Welcome to the Dollhouse, hem büyüme sancılarının toplumsal boyutunu hem de Amerikan banliyö yaşamının sıradanlaşmış şiddetini yansıtması açısından bağımsız sinemanın güçlü örneklerinden biridir.
Trainspotting (1996) – IMDb: 8,1
Yönetmen: Danny Boyle

Trainspotting, uyuşturucu bağımlısı bir grup İskoç gencin hayatını konu edinir. Filmin başkarakteri Renton (Ewan McGregor), bu bataklıktan çıkmak ve kendini kurtarmak ister. Renton’ın bu savaşını izlerken başından geçenler bize farklı bir seyir zevki sunar. Film, uyuşturucu bağımlılığının psikolojik hasarlarını bize gösterirken aynı zamanda, toplumun çürümüş yapısını, sınıfsal eşitsizlikleri ve bunların gençler üzerindeki etkilerini de göstermeyi ihmal etmez.
Party Girl (1995) – IMDb: 6,5
Yönetmen: Daisy von Scherler

Moda, müzik ve kendini keşfeden kadın karakterlere ilgi duyanlar, Party Girl tam size göre! New York’ta yaşayan, partilere düşkün, nispeten bohem bir yaşam benimsemiş Mary (Parker Posey), vaftiz annesinin yanında bir kütüphanede işe başlamasıyla kendi kimliğini keşfetmeye, inşa etmeye başlar. Film, gençlik, özgürlük, kişisel dönüşüm temalarını işlerken; bir yandan da 90’lar New York’unun da bir portresini sunar.
Clerks (1994) – IMDb: 7,7
Yönetmen: Kevin Smith

Clerks, gündelik hayatın sıradanlığını, monotonluğunu ve bu tekdüzeliğin içinde doğan tuhaflıkları anlatırken, izleyiciye kendini yakın hissettiren bir film. Kararsızlıklar, kaygılar bir yere varamayan diyaloglar… Tüm bu iç karartıcı konular eğlenceli, mizah dolu bir atmosferle bize sunulur. Clerks, bağımsız sinemanın en düşük bütçeli ama en etkili filmlerinden biridir. İyi filmin yalnızca olaylardan, aksiyonlardan ibaret olmadığını; güçlü diyaloglar ve hepimizin çevresinde veya kendimizden bir parça bulduğumuz karakterlerin zekice işlenmesiyle de etkileyici olabileceğinin en iyi örneklerinden biridir.
The Blair Witch Project (1999) – IMDb: 6,5
Yönetmen: Eduardo Sánchez

Psikoljik gerilim ve korku severler için The Blair Witch Project, 90’lar bağımsız sinemasında adından bahsetmeden geçemeyeceğimiz bir film. Üç genç belgeselci “Blair Cadısı” efsanesini araştırmak için Black Hills ormanına gider. Yanlarında sadece kamera ve ses kayıt cihazı vardır. Ormanın derinliklerinde yönlerini kaybeden belgeselcilerin korku ve paranoyası izleyicilere de geçer. Film, klasik korkutma öğelerinden uzak, bizi görünenle değil görünmeyenle korkutur. Found footage (buluntu film) tekniğinin öncülerinden olan bu yapım, korku sinemasının kült filmlerinden biridir.
My Own Private Idaho (1991) – IMDb: 6,9
Yönetmen: Gus Van Sant

My Own Private Idaho, Shakespeare’in IV.Henry oyunun modern yorumudur. Amerika’nın sokaklarında hayatta kalmaya çalışan Mikey (River Phoenix) ve Scott (Keanu Reeves), geçmişleriyle yüzleşmek ve kendilerini bulmak için bir yolculuğa çıkarlar. My Own Private Idaho, bağımsız sinemada Queer temalı filmlerin görünürlüğünü arttırmış ve bunu empatiyle yaklaşarak yapmıştır. Film, Mikey ve Scott’ı yalnızca cinsel kimlikleriyle değil duygularıyla, varoluş biçimleriyle de gösterir. Aidiyet hissine özlem duyanların göz atması gereken bir film.
Run Lola Run (1998) – IMDb: 7,6
Yönetmen: Tom Tykwer

“Malezya’da bir kelebek kanatlarını çırpıyor ve Trinidad’da bir kasırgaya neden oluyor”
Lola’nın (Franka Potente), erkek arkadaşının hayatını kurtarmak için 20 dakika içinde 100.000 Alman markı toplaması gerekir. Zamanla yarışan Lola’nın 20 dakikalık koşusu, üç farklı alternatif hikâyeyle anlatılır. Her seferinde değişen sonuç ve karakterlerin hayatlarındaki değişiklikler farklıdır. Run Lola Run, Avrupa bağımsız sinemasının etkileyici deneysel filmlerinden biridir.
Being John Malkovich (1999) – IMDb: 7,7
Yönetmen: Spike Jonze
Chungking Express (1994) – IMDb:7,9
Yönetmen: Wong Kar- Wai

Asya bağımsız sinemasından bir film ekleyecek olsa bunlardan ilki Wong Kar-Wai’nin Chungking Express’i olurdu. Film; sinematografisi, müzik seçimleri ve şiirsel diliyle sanki bir rüyanın içindeymişiz gibi hissettirmeyi başarır. Filmde iki ayrı yalnızlık, iki ayrı aşk hikâyesi anlatılır. İki farklı polis memurundan biri sevgilisinden yeni ayrılmıştır ve gizemli bir kadınla karşılaşır. Diğer polis ise her gün gittiği fast food dükkanında çalışan Faye (Faye Wong) tarafından evine kadar takip edilir. Faye, polisin evinde küçük değişiklerle hem evi hem de hayatını değiştirmeye başlar. Beklenmedik aşkların, yalnızlığın ve şehrin atmosferinin içinde kaybolduğumuz Chungking Express’in büyüsüne kapılmamak elde değil.
Buffalo’66 (1998) – IMDb: 7,4
Yönetmen: Vincent Gallo

Vincent Gallo’nun hem yazıp hem yönetip hem de oynadığı Buffalo’66, suçsuz yere beş yıl hapis yattıktan sonra ailesini görmeye giden ve normal bir hayatı olduğunu ailesine kanıtlamaya çalışan Billy Brown’un hikâyesidir. İyi aile kavramının dışında kalan bir ailede büyüyen Billy; içine kapanık, yalnız, dokunsan kırılacak derecede hassas bir karakterdir. Ailesiyle tanıştırmak için rastgele denk geldiği, hiç tanımadığı, Layla adındaki genç kadını kaçırır. Bu duruma karşı koymayan Layla, bu oyuna ayak uydurur. İkilin arasındaki garip enerji, sandığımızdan çok daha derin noktalara işaret ediyor. Buffalo’66 bir aşk hikâyesinden çok daha fazlası.
La Haine (1995) – IMDb: 8,1
Yönetmen: Mathieu Kassovitz

“Bu, 50 katlı bir binadan düşen bir adamın hikâyesi. Her katta kendi kendine der ki: Şimdiye kadar her şey yolunda… Şimdiye kadar her şey yolunda… Şimdiye kadar her şey yolunda. Ama önemli olan düşüş değil, çarpıştır.”
La Haine, Paris gettolarında yaşayan Hubert, Vinz, Said adlı üç gencin 24 saatini anlatır. Biri Yahudi, biri Afro-Fransız, biri Arap kökenli olan bu gençler üzerinden; polis şiddeti, ırkçılık, sınıfsal öfke, göç gibi konuları çarpıcı bir şekilde işlenir. La Haine, Avrupa’daki azınlıkların yaşadığı sosyal adaletsizliklere dair güçlü bir politik eleştiri sunar.
Dead Man (1995) – IMDb: 7,5
Yönetmen: Jim Jarmusch

Başrolünde Johnny Depp’in (William Blake) bulunduğu Dead Man, 1800’lü yıllarda geçen, karanlık sürreal anti-Western bir filmdir. William Blake adında bir genç Vahşi Batı’da işe başlamak için yola koyulur. Karıştığı bir cinayet sonrasında yaralanan Blake’i “Nobody” adında bir Kızılderili bulur ve Blake için sıra dışı bir dönüşüm yolculuğu başlar. Dead Man ölüm, kimlik, aidiyet, batı miti gibi temaları şiirsel bir dille ele alır.